11 ’inci yüzyılda Türklerin yaşadığı şehirleri gezerek karşılaştığı lehçeleri ayrıntılı bir şekilde öğrenen Kâşgarlı Mahmud, öğrendiği kelimeleri ve atasözlerini karşılaştırmalı olarak bir sözlük altında toplamış ve bu sözlüğe de “Dîvânu Lugâti’t-Türk” ismini vermişti. Bugün Türk dilinin en değerli eserlerinden olan bu divan, 951 yıl sonra VakıfBank Kültür Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin tarafından hazırlanan eser, Türk kültürünün hatırlanmasında önemli bir referans kaynağı olarak öne çıkıyor. Çalışmanın editörlüğünü ise Prof. Dr. Mehmet Ölmez üstlenmiş.
Türkçenin kültürel derinliğinin en ince ayrıntısına kadar ortaya konduğu bu eseri, mütercimi Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin ile konuştuk.
Bu çalışmaya lise öğrenciliğimde başlamıştım. 2001 yılında kalemi elime aldım. Henüz lise ikinci sınıfta okurken Türk Dil Kurumu’ndan, Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü istettim. O zaman, 1973’te kurumda Dîvân’ın yalnız üçüncü cildi vardı. Onu göndermişlerdi. Ardından üniversitede de birinci tercih olarak edebiyat fakültesini yazdım. “Herhâlde hocalar Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü okutacak” diye düşünüyordum. Fakülte bitti, yine Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü okutan olmadı. “Dîvânu Lugâti’t-Türk nasıl çalışılır?” diye düşünürken eğitim akışının içerisinde böyle bir konu olmadığını gördüm. Onun yerine Dîvân’a, “Bu bir tercüme, tercümeden ilim olmaz” gibi bir yaklaşım vardı. Oysa ben öğrenciyken biri Arapçacı, biri Türkçeci olan Robert Dankoff ve James Kelly doktora tezleri için Türkiye’ye gelmişlerdi. İkisinin de doktora tezi Dîvânu Lugâti’t-Türk’tü. Amaçları fotoğrafta iyi çıkmayan bazı yerleri birinci nüshadan görmekti. Şimdi rahmetli olan o yıllardaki kütüphane memuru benim bu işe gönül verdiğimi bildiği için biricik nüshayı muhafaza edildiği yerde görmeme müsaade etmişti. Ben de her sayfasına el sürmüştüm öğrenciyken, ama yine de Dîvânu Lugâti’t-Türk hayatın akışı içinde yoktu ve okunmuyordu. Bu sefer bir bahane bularak, onu okumak lazımdı. Ben de doçentlik imtihanını geçtikten sonra dedim ki “Artık Dîvânu Lugâti’t-Türk’e vakit ayıracağım. Başka çaresi yok.” Onu çalışmaya koyuldum. Mikro fişler vardı. Mikrofilmden tabettireceksin, uzun iş. Eski 1940 baskılı siyah-beyaz fotoğraftan faydalanıyordum. Sonra 1990 yılında Kültür Bakanlığı yazmayı tıpkıbasım olarak renkli bastı ve artık başucu kitabım bu Dîvânu Lugâti’t-Türk oldu.
Başta da söylediğim gibi 2001 yılında tercüme işine başladım, ancak divanın Arapçası öyle bildiğimiz Arapça değildi. İçinde Farsça kelimeler, harekelerinde karışıklıklar vardı. Benim de kuvvetli bir Arapçam yoktu. Arapça bilenlerle de metni mütalaa etmek ihtiyacı duydum. İş başa düştüğü zaman diğer dillerin sözlüklerini karıştıracaksın “Bu kelime nereden?”, “Niye böyle kullanılmış?” diye. Mesela Çince bazı alıntılar var. Onların Çince işaretini bulmak lazım. Kolay değil, bizden öncekiler de bulamamış; çünkü Türkçe bir telaffuz veriyor. Bir Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü çevirmek için Türkçeden başka birçok şey ile uğraşmak gerekiyor. Mesela bizim ş’li söylediğimiz kelimeler o dönemde ç’li kullanılıyor. Biz “şeker” diyoruz, onlar “çeker” diyor. Bunların niçinlerini aramak, araştırmak lazım. Türkçe bir kelime zannediyorsunuz, meğer Soğdcadan alınmış Türkçeye uyarlanmış. Aynı şekilde Arapça diye bildiğimiz bir kelime Farsça çıkabiliyor. Bazı şeyleri çok okudukça fark ediyorsunuz. Sonra diyorsunuz ki “Ben hata etmeyeyim, bir tek ben mi bunu fark ettim? Galiba ben hatalıyım” diye tereddüte düştüğünüz de oluyor. Herkesten farklı olarak oyun alanının dışına çıktığınızda biraz cesaret de zedeleniyor. Bugün bu çalışma tamamlandı gibi dursa da belki geçen 20 sene bu işin bir hazırlığıydı ve Dîvânu Lugâti’t-Türk çalışmaları asıl şimdiden sonra başlayacak.
Biz bu çalışmada kaç madde olduğunu gösterebilmek için sözlük maddelerini rakamladık. Eserde, 6689 civarında kelime yer alıyor. Diğer çalışmalar ile arasında bu bir fark. Bir diğer mühim fark ise, bazı kelimeler, diyelim ki ü’lü okunmuş biz onu ö’lü okuduk. Bunlar görülmeyen, ince farklardır, bu işin erbabına hitap eder. Sonra bazı birleşik kelimeler var. Mesela “zargunc-mud” diye bir kelime. Aslında iki kelimeden oluşuyor biz bunun arasına bu iki kelimenin böyle fark edilerek okunması için bir tire çektik. Kâşgarlı, Arap harflerine göre yazmış ve Arapçaya göre dizmiş. Arap harflerinde diyelim ki “T” yanına “T” yazıyor. “Tet” okunur, “Tit” okunur, “Tüt” okunur. Şimdi biz bu kelimeler Latin harflerine göre demeyelim, ama Türk mantığına göre kaydetme durumundayız; çünkü Türkçede ünlüler mühim. Arapçada ise ünsüzler. Birbirine ters, başka başka dünyalar bunlar.
Bu konuda da tabii ki bir coğrafyacı arkadaşla çalışmak istedim, ama bu kolay bir çalışma değil, bu neşre yetişmedi; çünkü günümüzde biz bu yerleri bilmiyoruz, bir yer köy adı mı anaşehir mi tahmin etmesi zor. Haritaya baktığınızda İspanya’yı da gösteriyor, Japonya’yı da Başkurdistan’ı da... Ya da Hicaz diyor, çeşitli yerleri gösteriyor. Bunlarla birlikte merkez olan bugünkü Kırgızistan İsig kölü ayrıntılarıyla -mahallesi, köyü ile- gösteriliyor. Oysa şimdi orada öyle bir yerleşim yok. Bu sebeple biz bu yerleri Kâşgarlı’dan okuyarak uzaydan çekilen fotoğraflarla bir harita oluşturmamız ve işaretlememiz gerekiyor. Bu çalışma da tamamlandığında “siding köl”, “isig köl”, “cafu” gibi adlandırmalarıyla ilk Türk haritasını elde etmiş olacağız.
Bu harita ile ilgili söyleyebileceğimiz ayrıntılardan biri şu. Türkler, yönü tespit ederken önce bir kere Güneş’in yerini tespit ediyorlar. “Bakalım doğu ne taraf?” diyor doğuyu buluyorlar. Sonra saat istikametinde güney, batı ve kuzey yönü belirleniyor. Bu, atalarımızın kullandığı bir yöntem. Ayrıca Dîvânu Lugâti’t-Türk’te kitabın en başında Japonya var, çünkü yönümüzü doğuya çevirdiğimiz zaman en uzaktaki ülke Japonya. Dîvânu Lugâti’t-Türk mantığına göre bugün biz Anadolu, Türkiye haritasını çizecek isek kuzeyde Sinop, güneyde Antalya olmamalı. Dîvânu Lugâti’t-Türk mantığına göre kuzeyde Van, güneyde İzmir olmalı. Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü böyle okumak lazım. Atalarımızdan ne kadar uzaklaşıyoruz, atalarımıza ne kadar yakınız… Şimdi, uzaydan çekilen fotoğraflarla “Kuzey Kutbu, Güney Kutbu ve dünyanın fotoğrafı bu” denilerek belirlenebiliyor; ama bir de işin geleneği var. Bu Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü içimize sindirdiğimiz zaman elde edeceğimiz sonuçtur. Tabii ki bazı şeyler dönemini bitirebilir. Dîvânu Lugâti’t-Türk’e çakılı kalacak değiliz; ama muhayyer olduğumuz yerlerde atalarımızın geleneğini yaşatmak bize bir güç verir, ayakta durmamızı sağlar.
Dil sadeleşmesi, yenileşmesi için belli ki çalışıyorlar, uyduruyorlar; ama büyük bir fecaat. Elbette, Dîvânu Lugâti’t-Türk’ten çıkarılıp teklif edilebilirdi; ama ona sabır göstermediler. “Karşılığını koyalım, yeter ki Arapça olmasın” denerek acele edildi. Arapçadan kopalım istendi. Türkçe Fransızcanın, İngilizcenin etkisine açıldı. Yerleşmiş kelimeden sırf köküne bakarak yargılamak intihar veya suikasttır. Kendimiz yapıyorsak intihar, bize karşı diretiliyorsa suikast; sonuçta ikisi de cinayettir. Yerleşmişi sarsmamak ortak anlayışı ayrıştırmamak lazımdı, ama sarsıldı. Bugün Türkçe için Karluk, Oğuz ve Kıpçak olmak üzere üç kol var. Bunlar tabii ayrılmadır. Dîvân’dan öğreneceklerimiz veya tekrar kazanacaklarımız arasında şu örnekler verilebilir “iskelet” Türkçeye yabancı dilden girmiş bir kelime, ama Dîvânu Lugâti’t-Türk’te karşılığı “köwre” olarak var. Ya da “heyelan”, “eşkin” demek. Denizde balık tutulan sınırlı yer, “dalyan”, “izdank”. “Cüzzam”ın karşılığı, “Anumı”. “Kireç”, “ürüngek” ya da “takma saç, peruk”, “öngik” diye Türkçe olarak geçer. Uydurmak yerine kaynaklardan bulmak daha sağlıklı olur kanaatindeyim.
Arapçasına daha da ağırlık vermek lazım. Arapçasını düşünmek ve Arapçasındaki ayrıntıları yansıtmak gerekli. Biz hep Türkçeyi esas alıyor, “Türkçesinin karşılığı budur” diyoruz. Bir de Arapçasını esas aldığınızda Türkçe kaç kelimeyi karşılıyor bunu görmemiz gerek. Batı dillerinden şöyle bir örnekle anlatayım. Mesela bizim “dayı” dediğimiz kelimeyle, “amca” dediğimiz kelimeyi Batı dillerine aynı kelimeyle tercüme ediyoruz: “uncle”. Oysa Türkçede “uncle” kelimesinin iki ayrı karşılığı var. Bu yüzden tersinden, Arapçayı da esas alarak çalışmanın kelime dairesi halkasını sağlıklı sınırlandırmak için ihtiyacımız var; ama ben karşılaştırmayı yazmak yerine bunları bir ders olarak anlatmayı uygun görüyorum. Yani sözlü nakil. Böyle dersler yapmak lazım. Her şey kaydolamıyor veya sıkıcı oluyor. Heyecanı yansıtamıyorsunuz. Sözlü ifadelerin başka faydalı tarafları var. Mesela Mesnevi şerhi okunuyor. Üç senede Mesnevi’yi okuyor, bitiriyor ve yeniden başlıyorlar. Hoca yirmi sene Mesnevi okutuyor ve her okuyuşta bir şeyler katıyor. Hem Mesnevi taze kalıyor hem nesil yetişiyor. Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü de böyle okumak lazım.