“İnsan yalnızlığı çektiğimiz bu zamanda hanemize, çalışma odamıza gelivermiş tanıdığımız, tanımadığımız, ilk kez tanıştığımız şairler, yazarlar unuttururlar bir anda yalnızlığımızı. Tek tek sayfaları çevirirken onlarla koyu bir sohbete, saatler, günler sürecek bir duygu ve düşünce alışverişine başlarız artık. Geçen gün yine aynı heyecanı, aynı sevinci yaşadım Çıra Yayınları’ndan gelen paketi açarken. Paketin içinden altı kitap çıktı: İkisi şiir, dördü deneme..”
Yayınevlerinden gelen kargo paketlerini açarken duyduğum sevinci, heyecanı anlatamam. Bilirim ki içinden şiir, deneme, öykü, roman ve araştırma kitapları çıkacak. Yazarların, şairlerin, araştırmacıların yeni kitapları… İnsan yalnızlığı çektiğimiz bu zamanda hanemize, çalışma odamıza gelivermiş tanıdığımız, tanımadığımız, ilk kez tanıştığımız şairler, yazarlar unuttururlar bir anda yalnızlığımızı. Tek tek sayfaları çevirirken onlarla koyu bir sohbete, saatler, günler sürecek bir duygu ve düşünce alışverişine başlarız artık.
Geçen gün yine aynı heyecanı, aynı sevinci yaşadım Çıra Yayınları’ndan gelen paketi açarken. Paketin içinden altı kitap çıktı: İkisi şiir, dördü deneme… Her kitap üzerinde ayrı ayrı durmayı çok isterdim fakat yerimiz sınırlı. Yine de her kitaba kısa kısa değinmeye çalışacağım. Önce şiir kitaplarından başlayalım:
Yaşar Akgül: Yeni Yazıyla Söylenmiş Eski Türkçe Şiirler
Akgül’ün bu kitabı benim için güzel bir sürpriz oldu. “Ahir Zaman Şiirleri” (1991) ve “Yangında İlk Kurtarılacak Şiirler” (1997), ikinci şiir kitabının üzerinden yirmi yedi yıl geçmiş, dile kolay. “Yeni Yazıyla Söylenmiş Eski Türkçe Şiirler” yirmi yedi yıl sonra çıkan, üstelik ismiyle müsemma bir kitap.
Yaşar Akgül, sözü dolandırmadan, dili yokuşa sürmeden söylüyor şiirini. Bunu yaparken de şiire bir halel getirmiyor. İmge avlayacağım diye şiirin anlamsız, abes bir mecraya sokulduğu günümüzde o, söyleyeceğini Yunus gibi, Mehmet Akif gibi sözü eğip bükmeden düz söylüyor. Kitabı beğeniyle okudum. Belleğimde altını çizdiğim güzel dizeler kaldı:
“Biz fakirdik ama kafiyemiz zengindi”, “Benim balonlarım vardı eskiden konuşma balonlarım/Hepsi de bir iğnesine bakıyordu feleğin/Rahmetli Cin Ali’yle gökyüzüne gönderdim”, “Bir gün son nefesimi sana versem alır mısın/Ölümü gör desem de başucumda kalır mısın”, “Babam beni geç yazdırmış Müzekki’n-Nüfûsa”, “Elin oğlu çıktı Gogol’un ‘palto’sundan/Biz ne zaman çıkacağız Hallâc’ın hırkasından/Örf ve adetlerimize uygun değildi belki ey yâr!”
Leylâ’ya biraz fazla sardırmış şair, ama olsun hakkını vermiş:
“Sonunda ben gelmişim işte, Allah’ın misafiri/Hüznü halletmişlerdi, gül tükenmek üzereydi/Leyla Leyla dedikleri, bir şeye benzeseydi bari”, “Bize kâğıt mı yapmışlar Leyla/Ayırdılar işte bak bizi Hırkalılardan/Ben söylemiştim değil mi sana/ Her şey gelir de hayır gelmez bu Amerikalılardan”, “Şu anda ne vardı ki acep Leyla’nın üstünde /Leyla ne güzel duruyordu dünyanın üstünde”, “Ben de sana karşı boş değilim Leyla/İçim öyle dolu öyle dolu ki ayrılıklarla”, “Lügat yaratılmamıştı daha, güller indirilmemişti yere/Ahı gitmiş vahı kalmış Leyla’nın, söyledim şairlere”, “Neler yazılmadı ah, Leyla senin üstünden/Kimler beslenmedi ki etinden ve sütünden/ Kimimiz şiir söyledik, on numara beş yıldız/Kimimiz üzüntüden öldü, kimimiz tütünden/Belki ben erken geldim, belki siz geç kaldınız”
Bir Müslüman yönetmenin çektiği bir Yeşil Çam filmi izler gibi okudum “İstanbul Hatırası”nı. Bu şiirden de birkaç tadımlık dize:
“Okunmuş su içirmişlerdi, okunmamış kitaplardan/Her gördükleri kıza âşık olmasınlar diye”, “Şeyh Galib’in dükkânından /Bir sarıkla bir cübbe, bir tesbih kaldı bize”, “Yalnızlığı büyük almıştık Tahtakale’den, seneye de giyerdik” diyen şair ne güzel bitirir şiiri:
“Bir filmin daha sonuna geldik Harem otogarında/Emanet mi duruyoruz biz hatıra fotoğrafında/Gurbet otogarda başlar bunu biliyor musun/Seninle vedalaştığımız o tarihsiz günden beri/İki yakası bir araya gelmiyor İstanbul’un”
“Kayıp ilanı” şiirinin ilk dörtlüğü:
Bana kaybettiğin hüviyetini göster/Sana bir Filistin vereyim/Yanında da çocuk olanından/Belki bir taş da sen atarsın”
Ah Yaşar Akgül! Çocuk mu bıraktı vahşi Yahudi! Belki de ebabiller atacak o taşları kim bilir.
Şakir Kurtulmuş: Hiçbir Mevsime Sığmıyor Kuşlar
Şair, 6 Şubat depremlerinin acılarını şiirleştirmiş. Okudukça kalbinize bir sızı, ruhunuza bir hüzün çöküyor. Ölenlerin yan yana mezarları, kalanların acılı yüzleri ve yıkıntılar tablolar halinde gözlerinizin önüne geliyor. Acıyı tüm tazeliği ile yeniden yoğun bir biçimde duyuran şiirler. Bu şiirlerin masa başında yazılmadığı öyle belirgin ki… Şakir Kurtulmuş, deprem bölgesini Necip Evlice, Müstakim Haksal ile birlikte karış karış gezerken gördüklerini, hissettiklerini, görüştüğü kişilere dair izlenimlerini, karşılaştığı trajik görüntüleri hem şiire hem de yazıya dökmüş. Hiçbir mevsime sığmayan kuşlar gibi acılar da hiçbir güne sığmıyor.
Kitap “Beni Duyuyor musun” ve “Hiçbir Mevsime Sığmıyor Kuşlar” başlıklarıyla iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümden bir tablo:
“gel kızım kaçalım/kar tanesi değil bunlar/gökten üstümüze yağan/bizim evin duvarları/mutfak dolabı saksılar/ komşumuzun duvarında asılı tablo/düşüyor üstümüze kar beyaz”
Son bölümden bir tablo: “şehirlerden hatay Kahramanmaraş/Adıyaman malatya/kırıkhan, nurdağı, göksun/on gün önce başka bir haritadan bakıyorduk elbistan’a/sanki başka bir coğrafyadan/buraya taşınmış gibi enkazlar/sanki başka bir yerde miydik biz/hangi bahçeye uzandıysak/toprak kurak meyvesiz ağaçlar/hangi toprağı kazdıysak/iğne deliğinden sızıyor içimize/ölümün kül rengi”
Şakir Kurtulmuş: Bir Sonsuz Yolculukta
“Bıçakçı Dede”den Yedi İklim dergisinin 300. Sayısına, Osman Sarı’dan Mehmet Akif İnan’a, Ramazan Dikmen’den Mustafa Özçelik’e, Hasan Aycın’a Nurettin Durman’a, edebî mekânlara dair yazılardan oluşan bir kitap.
Yazarın bire bir yaşadıklarından edindiği intibaları içten, tabiî bir dille kaleme aldığı bir solukta okunan yazılar…
Şakir Kurtulmuş: Çiçekler Hiç Solmasın
Gezi ve mekân yazılarından oluşuyor kitap. Yazar “Benim Bursa’m” başlıklı yazısıyla Bursa ziyaretlerini ve bu ziyaretlere dair izlenimlerini anlatıyor. “Atasoy Müftüoğlu Ve Eskişehir” başlıklı yazı kitabın omurgası bir bakıma. Eskişehir’de oluşan kültürel ortam ve bu ortamın oluşmasında Atasoy Müftüoğlu’nun entelektüel birikimi ve çabası Eskişehir’i yazar ve şairlerin gözünde cazibe merkezi haline getiriyor. Şakir Kurtulmuş, buradaki oluşumdan hareketle Necip Fazıl’dan Sezai Karakoç’a, Nuri Pakdil’e, Rasim Özdenören’e, Akif İnan’a Alaeddin Özdenören’e, Erdem Bayazıt’a, Cahit Zarifoğlu’na Osman Sarı’ya, Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mavera dergilerine; dönemin ruhunu geniş bir bakış açısıyla yazıya döküyor. Ayrıca, katıldığı Kazan’da, Türkistan’da düzenlenen şiir etkinliklerine dair izlenimlerini aktarıyor. Kitabın son yazısı “Edebiyat Yas Tutuyor” başlığı ile kaleme aldığı deprem günlüğüdür.
Murat Soyak: Gül Aydınlığı
“Hayat ve Edebiyat”, “Edebî Şahsiyetler” olarak iki bölümden oluşan kitap, yazarın, okumanın önemine vurgu yaptığı “Okumak Üzerine” başlıklı yazısıyla başlar. “Okumak, başka hayatların, insanların, fikirlerin dünyasına yapılan bir yolculuk. Ötekini hakkıyla bilmenin, tanımanın en etkili yolu” diyen Murat Soyak “Yaşamak ve Yazmak” üstüne de duygu ve düşüncelerini dile getirir. Yazıyı şu güzel cümlelerle bitirir: “Yaşamak ve yazmak arasında akıyor zaman ırmağı. İşte geldik gidiyoruz. Yaza yaza karanlıklara bir ışık düşürmek mümkün. Yazmak eylemi direnişe, uyanışa, dirilişe, aydınlığa bir çağrıdır. Selâm olsun!..”
Murat Soyak da Bursa hayranı bir yazar. “Bursa Yahut Bir Çınar Şehir” başlıklı yazısını şu cümlelerle noktalar:
“Biz ki gün gelir de göçer gideriz. Bir güzellik, iyilik kalırsa ne mutlu. Zaman geçse de ‘şehir asla unutmaz’ değil mi? Bil ki sende saklı olanı arama çabası hep devam edecek. Zira kadim şehirler insanla sürekli konuşur. Bir şehrin haldaş olması, sırdaş olması, konuşması güzel. Zaman ırmağında bir yolcu gibiyim. İşte her başlangıcın bir sonu olduğu gibi söz de hitama eriyor. Unutanlardan olmayalım. Selâm ile aziz şehir!..”
Yaşadığı Niğde’yi anlattığı “Geçmiş Zaman Gülleri” yazısını bir Niğdeli olarak hüzün karışımı bir duyguyla okudum. Çünkü benim de ayak izim var anlattığı mekânlarda.
Ahmet Haşim’den Mehmet Akif Ersoy’a, Asaf Hâlet Çelebi’den Necip Fazıl’a, Sezai Karakoç’a, Cemil Meriç’e, Ebubekir Hazım Tepeyaran’a, Oğuz Atay’a, Mehmet Akif İnan’a, Metin Önal Mengüşoğlu’na, Mustafa Özçelik’e, Süleyman Çelik’e, İsmail Özmel’e, pek çok şair ve yazar hakkında değerlendirmelerin, düşüncelerin yer aldığı oylumlu bir kitap “Gül Aydınlığı”.
Ahmet Şevki Şakalar: Taş ve Öfke
“Kayıp Kişiler Parkı” (2016), “Sevda Durağı” (2020) hikâye kitaplarından sonra yazarın üçüncü kitabı “Taş Ve Öfke” (2023) denemelerden oluşuyor.
Kitabın ilk yazısı “Kalbe Rücu”, “Atları bağlayın içimize dönüyoruz!” cümlesiyle başlar ve bir iç muhasebeye pencere açar.
Ahmet Şevki Şakalar’ın denemelerini ilgiyle okudum. Filistin, Doğu Türkistan, Bosna, Ortadoğu üzerinden Müslümanların halini ve acılarını anlatır.
Selahaddin Eyyübi’den Aliya İzzet Begoviç’e, Nuri Pakdil’den Hasan El-Benna’ya, Ahmed Yasin’e, Mursi’ye, Nizar Kabbani’ye pek çok ismin geçtiği incelikli bir üslupla yazılmış denemeler. Tadımlık bir bölüm:
“Özlemişiz Muhammed Ali yumruklarını, Aliya’nın bilge sözlerini, Ahmet Yasin’in füzeyi parçalayan sözlerini, ayağımızı vura vura girdiğimiz Mekke sokaklarını, hangimizin avlusunda O’nun izi kalacak diye heyecanlanan Medine evlerini, kılıcı boyundan büyük şehitlik rüyası görmüş çöl erkeklerini ve gönüllerinde vahalar yeşerten İbrahim’in kadınlarını. Kaç acil oturum gerekir, gelişmiş ama doymamış ülkelerin hararetli meclislerinde umutları kıyıya vurmuş mülteci çocuklarını getirmek için?”