Fatma Aliye ile tanışmam sanıyorum 2019 yılı sonunda olmuştu. Hayır, elbette bu tanışmadan kastım ellilik banknotu ilk kez elime almak değildi. Ama ellilik banknotun üzerindeki resmi yakından tanıma imkânı bulmam ve bu kişi hakkında yazdıktan sonra o banknotu kendi maaşım olarak kazanmam benim için anlamlıydı. Görece geç veya erken bilemiyorum. Ama kendimi tanıdığım, ne yapmak istediğimi bildiğim bir yaşta Fatma Aliye ile tanışmak güzeldi.
“Fatma Aliye’ye Giriş” dersi verilse belki ilk okunacak kitap Fatma Barbarosoğlu’ndan Uzak Ülke olabilir. Benim kilidimi açan ilk anahtar bu eser olmuştu. Önce kendimle paralellik kuramadığım bir hayat hikâyesi olarak gördüm Fatma Aliye’nin hayatını. Zamanlarımız çok farklıydı. Yine de ilgi çekici ve örnek alınasıydı. Soylu bir ailenin, bir paşanın dadılarla büyütülen bir kız evladıydı. Çocukluk çağlarını manevi babası kabul ettiği Ahmet Mithat’a şöyle anlattığını okumuştum “Bir Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti”ndeki satırlardan: “Bizim doğup büyüdüğümüz âlemde çocuklar pederlerinin validelerinin yanlarında, kucaklarında büyümezler ki bu bapta peder ve valideden malumat-ı kâfiye alabilmek mümkün olsun. 1282 senesinde üç yaşımda iken Halep’e gitmişiz. Halep’e gitmeden biraz evvelce İstanbul’u der-hatır ediyorum. Lakin nasıl? Rumeli Hisarı’ndaki yalımızda yalnız kapının önünde bir deniz kenarını! Yalının başka hiçbir tarafını bilmiyorum. İstanbul’daki evde dahi bir sofa ile oda kapıları gözlerimin önüne gelir. Bir de bir oda ki bize mahsus olan oda olacak. Bir bacı, bir dadı, bir de küçük halayık bacı beni oynatmak için hoplatırdı. Sonra o vefat edince onun acemisi olan dedim ve küçük halayık ile kalmışım. Lakin şu hengâmede pederimi ve validemi bir türlü tahattur edemiyorum.” Ağabeyi Ali Sedat Bey, kız kardeşi Emine Semiyye ile birlikte evlerinde özel öğretmenler nezaretinde yetişmişti Fatma Aliye. Bu sayede hem kendi hem de kız kardeşi Emine Semiyye, 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başında “seçkin kadınlar olma” olanağını elde etmişlerdi.
Tam bir sene önce Fatma Aliye ile bir kez daha kesişti yollarımız. Uzun bir hasret sonrası dostlarımla buluşmak için otobüse binmeden hemen önce bir kitapçıya girmiştim. Çam sakızı çoban armağanı bir hediye için. Altı kişi olduğumuzdan açıkçası taşıması kolay, ince bir kitap bakındım. Ama böylesine incesini, -latifini- bulurum diye düşünmemiştim! Rafta Levâyih-i Hayat’ı görünce tereddütsüz altı tane alıp kasaya yürüdüm. Otobüste kucağıma açar açmaz da kitabı bitirdim. Levâyih-i Hayat, ana kahramanları olan beş kadının birbirine yazdığı on bir mektuptan oluşuyor. Fatma Aliye’nin yazarı olduğu Hanımlara Mahsus Gazete’de 1899 ile 1900 yılları arasında on altı bölümde okurlarıyla buluşmuş. Daha sonra tek bir kitap olarak tefrika edilmiş bu roman, Fatma Aliye ve çağdaşı Osmanlı kadınlarının gözünden aşk, evlilik, biraz da genç kızlık ve “kız kardeşliği” anlatıyor. Yaşantımızda bir paralelliğe rastlamadığım Fatma Aliye ile işte bu mektuplarla bütünleşiyorum. Mektupları okudukça, biraz sonra yanlarına varacağım arkadaşlarımla birbirimize yazdığımız mektupları düşünüyorum. Zamandan ve mekândan sıyrılarak beş kadın karakterin satırları arasında Fatma Aliye’nin düşüncelerini yakalıyorum. Mehâbe’nin Fehâme’ye “Senin sevdiğin çiçeklerden elimle toplayıp düzenlediğim buketle gölgesinde nice masum sohbetlerimizin geçtiği ağacın kayısılarından bir sepet gönderiyorum. Bu sevgili ağaç bizim ne çok gençlik sırlarımızı bilir değil mi?” satırları ilk gençliğimizi ve masum sırlarımızı hatırlatıyor. Fatma Aliye, üstadı Ahmet Mithat gibi, hiçbir eseri hoş bir sada için kaleme almıyor. Bu eserinde de mektupları okudukça bir kadının yetişkinliğine dair sorularının ve ihtimallerinin kapısı açılıyor. Kitapta yer alan üçü evli, ikisi bekar hanımlar üzerinden, evlilikte kadınların durumunu, bir yandan ihaneti diğer yandan sadakati ve uyumu, anne-baba baskısı ile yapılan ve maddi zorunluluk nedeniyle sürdürülen evlilikleri alt başlıklar olarak mektuplarda ince ince işliyor. Mehâbe, Fehâme, Sabahat, İtimat ve Nebahat sanki “bizim kızlar” oluyor. Her mektup birbirinden güzel hitaplarla başlayıp birbirinden güzel vedalarla bitiyor. Fatma Aliye okuyucusunu “sonsuz kız kardeş sevgisi” ile kucaklıyor.
Batılıların Türklere karşı olan inanılmaz yanlış kanaatleri karşısında sorumluluk duygusuyla kaleme aldığı yazılarının derlendiği Osmanlı’da Kadın, Cariyelik, Çokeşlilik, Moda kitabı ile Fatma Aliye’yi tanımayı bir kenara bırakıp ona karşı bir takdir ve hayranlık hissediyorum. Çünkü yazılarında günümüzde halen net bir kanaatte bulunmakta tereddütte kaldığımız evlilik, boşanma, örtünme, giyim kuşam ve moda gibi bir çok konuyu net bir bakışla ele alıyor. Üstelik bir çoğu dinin kaidelerini anlatan düşüncelerini, bambaşka bir kültüre anlatmak için bunu yapıyor. Batılıların sorularıyla Türkleri adetleri, gelenekleri ve inançlarıyla dış dünyaya açıyor. İslâmiyet’in en güzel şekilde yaşandığı Asr-ı Saadet’te olduğu gibi kadınların asıl değerine ulaşmasını, kadın erkek ayrımı yapılmadan herkesin bilimden faydalanmasını, İslâmiyet’te kadının ilim öğrenmesini engelleyecek bir emrin bulunmadığını İslâm tarihinden örnekler vererek anlatıyor.
Bugün dileyenin Batı kültürüne yakın bir alafranga, dileyenin de Doğu kültürüne yakın bir alaturka olarak konumlandırdığı Fatma Aliye aslında kendi konumunu yalnızca kendisi belirliyor. Fransızca öğrenmenin gerekliliği, bir ilim ve anahtar olarak gördüğü için desteklerken “Beyoğlu’nda Frenk aileleriyle konuşmak için Fransızca öğrenen taklitçiler”den şikâyetçi oluyor: “Bu taklitçi aileler, terk etmiş oldukları İslami yaşayış tarzlarına dair kendilerinden bilgi almak isteyenlere yüce İslam dininin istikamet ve safiyetini o yolda malumatları olmadığından beyan edememektedirler” diyor. Diğer bir yandan yozlaşan bir gelenekselliği eleştirmekten de çekinmiyor; “Müslüman ailelerin bir kısmı güya eğitim ve öğretimin kadınlara günah olduğunu düşünerek, değil Fransızca öğrenmek, Türkçe de öğrenilmesi zorunlu şeylerden fazla eğitimi bile kabullenememektedir. Bunlar, Hazret-i Peygamber’in hanımları ve Ehl-i Beyt’ten gelen kızlar ile İslam’in ilk devirlerinde yaşamış olan nice kadın âlim ve yazarların ilim ve fazilette ne kadar yüksek derecelere varmış olduklarını bilmeyenlerdir” beyanında bulunuyor. Fatma Aliye, öncü olmak kadar yaşarken unutulmayı seçtiği gibi Doğu ve Batı’nın ortasında en önemlisi kendi bildiği bir yolda ilerliyor.