Beslenme uzmanları İbn Haldun'u anlamalı

04:0029/12/2024, Pazar
G: 29/12/2024, Pazar
Yeni Şafak
İbn Haldun
İbn Haldun

İnsan ne yer ne kadar yer ve nasıl yer? Yemek, yalnızca insanın fiziksel ihtiyaçlarını karşılayan bir araç mıdır? Yoksa bu sıradan gibi görünen eylem, bireylerin ahlak ve karakterlerini, kültürel kimliklerini ve toplumsal dinamikleri şekillendiren sürecin bir parçası mı? İbn-i Haldun’un çağlar öncesinden gelen mesajlarından nasıl bir ders çıkarabiliriz?

RAMAZAN BİNGÖL

İslam düşünce tarihinin en büyük mütefekkirlerinden, sosyoloji ve tarih felsefesinin kurucusu İbn Haldun (1332-1406), beslenme ve insan ilişkisi üzerine çağının ötesinde analizler yapmıştır. İnsanı anlatan ünlü eseri Mukaddime, toplumların yükseliş ve çöküş hikayelerinin yanında, insan doğası ile gıdalar arasındaki ilişkiye geniş bir yer ayırır. Coğrafya, iklim ve beslenme alışkanlıklarının bireyler ve toplumlar üzerindeki etkilerini detaylı şekilde ele alan İbn-i Haldun’un görüşleri, modern beslenme bilimi, psikoloji ve sosyoloji gibi alanlarda bugün hâlâ geçerliliğini korumakta, derinliği ile tam anlamıyla çözülmeyi bekleyen bir kaynak olarak varlığını sürdürmektedir.


Yediklerin, ahlak ve karakterini belirler

İbn Haldun, coğrafyanın insanın karakterini ve yaşam tarzını şekillendirdiğini savunur. Bereketli topraklarda bolluk içinde yaşayanlarla, çorak topraklarda zorluklarla mücadele edenleri karşılaştırır. Ona göre, zorluklar içinde yaşayan insanlar fiziksel, zihinsel ve ahlaki olarak daha üstün niteliklere sahiptir. Bu bireylerin ciltleri saf, tenleri temiz, görünüş ve kıyafetleri mükemmeldir. Ahlakları dengeli, güçlü ve ölçülüdür; aşırılıklardan uzaktır. İlimleri anlayıp kavrama noktasında akılları daha parlak, keskin ve bilgiye açık bir anlayış sergiler. Bu bakış açısıyla İbn Haldun, sıkıntı ve zorlukların insanın hem fiziksel hem de manevi yapısını geliştiren bir güç olduğunu savunur; kıtlık insanı eğitir ve ona dayanıklılık kazandırır, bu da ahlakı ve karakteri daha üstün bir seviyeye taşır.


İnsanı açlık değil, alıştığı tokluk öldürür

Bolluk ve refah içinde yaşayanların, genellikle zengin beslenme alışkanlıkları nedeniyle bağırsak ve karınlarında aşırı rutubet toplaması olur. Bu bireyler, alışkanlıklarından uzaklaşıp daha az ve daha sade bir şekilde beslenmek zorunda kaldıklarında, vücutları bu değişime uyum sağlamakta zorlanır ve ciddi sıkıntılarla karşılaşır. İbn Haldun, “Kıtlık zamanlarında insanları açlık değil, alışmış oldukları tokluk öldürür,” diyerek bu durumun altını çizer. Buna karşın, sade ve doğal bir yaşam süren insanlar, zorluklara karşı daha dirençli olur, sağlıklarını korumakta daha başarılıdır ve yaşamlarını sürdürme şansları daha yüksektir. Bağırsakların kuruyarak hastalıklara dayanıksız hale gelmesi, genellikle bolluk içinde yaşayanlarda daha yaygın bir risk olarak ortaya çıkar.


Aşırı yemek fiziksel ve zihinsel hantallık getirir

İbn Haldun, beslenme alışkanlıklarını bireyin ruh halini, ahlakını, karakterini ve zekasını şekillendiren güçlü ve sürekli bir etken olarak görür. Bu bağlamda gıdayı, insan yaşamındaki gizli fakat belirleyici bir unsur olarak değerlendirir. Fazla yemek insanı fiziksel, zihinsel ve ruhsal anlamda hantallaştırırken, az yemek dinç tutar.

İbn Haldun’a göre; çok fazla ve karışık gıda almak, vücutta kötü kokulara ve artıklara neden olur. Vücut dengesiz olarak gelişir, şişmanlar ve kötü görünür. Sonucunda soluk, donuk ve mat bir yüz yapısı oluşur. Aynı şekilde bu gıdalardan oluşan bozulmuş ve kötü sıvıların beyne gitmesiyle aklın ve düşüncenin üzeri örtülür. Düşünce ve anlama yeteneği kısıtlanır. Neticede anlayışsızlık, gaflet ve genel olarak iyi hallerden sapma baş gösterir. Bu durum, yalnızca biyolojik bir süreç değil aynı zamanda bir varoluş krizidir. Çünkü insan, doğası gereği ölçüyle var olan bir varlıktır; o ölçüyü kaybettiğinde, kendisi olmaktan uzaklaşır. Aşırılık, sadece mideyi değil, zihni ve kalbi de doldurarak insanı asıl insanî olandan koparır.


Az yiyen insan ibadetlerine daha bağlıdır

İbn Haldun’un, aşırı yemek yemenin din ve ibadetler üzerinde olumsuz etkiler oluşturabileceğini ifade eden görüşleri dikkat çekicidir. Ona göre, lüksten uzak bir hayat süren, zevk ve lezzetlerden kaçınan insanlar, bolluk ve lüks içinde yaşayanlara göre daha dindar ve ibadetlerine daha bağlıdır. Bu görüş, tasavvuf anlayışında sıkça vurgulanan riyazet (nefsin terbiye edilmesi) kavramını hatırlatır. Sufi geleneğinde az yemek ve açlık, insanın daha yüksek bir manevi seviyeye ulaşmasının aracı olarak görülür. Çünkü nefsin arzuları yemekle beslenir; insan yemeği azalttıkça, maneviyatın önündeki engeller de azalır. Bu noktada, İbn-i Haldun’un şu gözlemi dikkat çekicidir:

“Bolluk içindeki toplumlar, ibadet ve maneviyatta zayıftır. Bunun nedeni, bedenin aşırı yiyecekle hantallaşması ve zihnin dünyaya fazlasıyla odaklanmasıdır. Buna karşılık, kıtlık içinde yaşayanlar, daha sade bir yaşam sürerek ibadete ve manevi değerlere daha çok yönelir.” Bugün baktığımızda, modern dünyanın doyumsuz tüketim kültürünün, bireyi manevi boşluğa sürüklediğini görebiliriz.


Kişiliğimizi genetiğimiz mi yediklerimiz mi belirler?

İbn-i Haldun, kişilik ve davranışların genetik mirastan mı yoksa çevresel ve eğitsel etkilerden mi kaynaklandığı sorusuna, sosyal bilimlerin öncüsü olarak kapsamlı bir bakış açısı sunar. Genetik faktörlerin önemini bütünüyle reddetmese de çevre ve alışkanlıkların daha baskın bir rol oynadığını ifade eder:

“İnsan, tabiat ve mizacının değil, imkanları ve alışkanlıklarının kişisidir. Alıştığı bir durum, zamanla onun doğal karakterinin yerini tutan bir ahlak ve alışkanlık haline gelir.”

Bu yaklaşım, modern psikoloji ve nörobilim araştırmalarına ışık tutar. Bugün biliyoruz ki, merkezi sinir sistemi yalnızca genetik kodlarla değil, çevresel faktörlerle de şekillenir ve sürekli bir değişime açıktır. Bu bağlamda bireyin yaşadığı çevre, aldığı eğitim ve kazandığı alışkanlıklar kadar beslenme alışkanlıkları da büyük bir önem taşır. Yeme alışkanlıkları, bireyin sadece fiziksel sağlığını değil, zihinsel kapasitesini, duygusal dengesini ve toplumsal ilişkilerini de etkiler.


Beslenme uzmanları İbn Haldun’u anlamalı

İbn-i Haldun’un yüzyıllar öncesinde ortaya koyduğu bu anlayış, modern bilimle örtüşerek insan ile beslenme arasındaki derin ilişkiyi gözler önüne serer. Onun fikirlerini sadece tarih ve sosyolojiyle sınırlamak, bu büyük düşünürün entelektüel mirasını tam anlamıyla kavrayamamak demektir. Özellikle beslenme konusundaki görüşleri, günümüz biyopsikososyal yaklaşımlarına rehberlik edecek kadar güçlü ve yol gösterici niteliktedir. Modern beslenme uzmanlarının hâlâ ulaşmaya çalıştığı bu bütüncül anlayış, İbn Haldun’un çağının ötesine geçen vizyonunda zaten yer almıştır.

Bugün İbn-i Haldun’u yeniden okumak ve anlamak hem bireysel hem toplumsal birçok sorunun çözümüne rehberlik edecektir. Onun çağları aşan sesi, günümüz meselelerine derman olmaya devam ediyor. İstifade edenlerden olmak duasıyla…


#Mutfak Sanatı
#beslenme
#İbn Haldun