Osmanlı döneminde Üsküdar Balaban İskelesi''nde bekâr odalarının yer aldığı Melek Girmez mahalli, bekar odalarının atası niteliğinde. Osmanlı dönemi bekâr odalarıyla ilgili araştırma yapan Onur Gezer ''Şehirde çıkan en ufak problemde bekâr odaları denetlenip, 3. Selim döneminde başıboş tayfa sürgün edilmiştir'' diyor.
Eminönü Küçükpazar''daki bekâr odaları birçok hayat hikâyesine tanıklık etmiş metruk yerler olarak duruyor hala. Kimilerinde bekârlar da yaşıyor elbet. Köyünden, büyük şehre çalışmaya gelen nice insanın toplanıp kader ortaklığı ettiği yerlerdir bu odalar. Çoğumuz kapısından bile geçmeye korkarız. Peki, bu bekâr odalarının geçmişi nedir? Araştırdık ve gördük ki bekâr odaları Osmanlı''ya kadar uzanıyor. Bekâr girer melek giremez odaları deniyormuş o dönemde. İstanbul''un aykırı bekârlarının çizgi dışında tutulduğu bu odalarla ilgili çalışan bir akademisyen var. Süleyman Demirel Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü''nde araştırma görevlisi olan Onur Gezer, bu konuda çalışan bir isim. En son geçtiğimiz aylarda İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile 29 Mayıs Üniversitesi''nin işbirliğinde düzenlenen II. Uluslararası Osmanlı İstanbul''u Sempozyumu''nda da ele alınan meseleyi merak ettik ve Gezer''le bu mesele üzerine konuştuk.
Aykırılık veya marjinaliteyi, üyelerinin yaşam biçim ve pratikleri, kültür ve zihniyet evrenleri türdeş olan bir toplumda, bu türdeşliğin dışında kalma durumu olarak tarif edebiliriz. Osmanlı İstanbul''unun çizgi dışında kalanları ise aileleriyle maddi bağlarını koparmış, mesleki manada vasıfsız ve sürekli çeşitli suçlara karışan gurbet taifesi, çift bozan bekârlardır. Bekâr girer melek girmez odalar da bu çizgi dışılığın fiziki yansımasıdır. Esasında Melek Girmez, Osmanlı dönemi, Üsküdar Balaban İskelesi''nde bekâr odalarının yer aldığı mahallin adıdır. Günahın bol olduğu yere melek girmez inancının bir tezahürü olan bu isimlendirme dahi bekârların, çizgi ve kural dışılıkları hakkında fikir verir nitelikte. Bir de şunu belirtilmek gerekir ki ne Osmanlı''daki tüm bekârlar aykırı ne de aykırıların tümü bekârdı, yani Osmanlılar arasında genel bir ''aykırı bekar'' sınıfı yoktu. Araştırmalarımız sonucunda aykırı olduklarına kanaat ettiğimiz Osmanlı İstanbul''unun bekârları, tüm İmparatorluğun ve hatta şehrin diğer bekarlarının yanında küçük bir parçadır.
Hatt-ı hümayunlar, iradeler, tezkireler, nüfus ve kefaret defterleri gibi çeşitli tür ve tasniflerden oluşan Osmanlı arşiv vesikalarından, Ahmet Cevdet, Câbî Ömer, Mehmed Râşid, Na''imâ Mustafa, Mehmed Es''ad, Şâni-zâde Atâullah ve Abdurrahman Abdî gibi Osmanlı tarih yazarlarının eserlerinden, Evliya Çelebi ve Ubicini gibi tanıkların seyahatnamelerinden ve birçok tetkik eser, özellikle de, makaleden faydalandım. Bunların yanında Reşat Ekrem Koçu, Ahmet Refik Altınay, Necdet Sakaoğlu ve daha birçoklarının, Osmanlı İstanbul''unu görünür kılan eserlerini de unutmamak gerekir. Kısacası resmin kendisine sadık kalmak suretiyle tekrar çizilmesini, en azından benzetilmesini sağlayacak ölçüde kaynağa ulaşmaya çalıştım.
Osmanlı şehirlerinde, medeni ve dini durumlar, konutların türünü belirlemenin yanında şehirdeki yerlerini de belirlemekteydi. Bu yüzden, bekâr han ve odaları, çok kira getirdiği için para sahibi şehirli zenginler tarafından, ailelere rahatsızlık verilmesine engel olacak şekilde, onların konutlarının yer aldığı mahallelerin dışında, liman, cami, tekke ve çarşı gibi umuma açık yerlerde inşa edilirdi. Bir de bu, mesleki bir gereklilikti. Zira hamallık ve kayıkçılık gibi doğrudan liman ve liman ticaretiyle bağlantılı işlerle iştigal eden bekârların odaları limanlarda, belli ölçüde uzmanlaşma gerektiren çeşitli işlerle meşgul uşakların odaları, hem sanatlarını icra edebilecekleri hem de içinde barınabilecekleri şekilde, imalathane bölgelerinde inşa edilirdi.
Bence daha şanssız olmaları, çünkü günümüzde, bekâr erkekleri salt veya en azından potansiyel suçlu konumuna getirebilecek Osmanlı''dakine benzer genel bir yaşayış ya da yine Osmanlı''daki bekârların aykırı ilan edilme nedenlerini suç veya ayıp sayan bir anlayış yok. Buna rağmen, günümüzde de, büyük oranda olumsuz olan bir ''bekâr erkek'' algısının var olduğu görülüyor. Toplumsal belleğimize kazınmış olan bu algı, ''Bekâr adam yarım adamdır'' diyen fertlerde, bekâra ev vermeyen ev sahiplerinde, apartman veya mahallede bir sorun olduğunda, özellikle bu gayr-ı ahlakiyse, ilk bekâr öğrenci veya işçi evini hedef gösteren komşularda varlığını hissettirir. Bu anlamda, zaman zaman günümüz bekârları da Osmanlıdaki aykırı bekârlar kadar şanssız olabiliyor.
Osmanlı İmparatorluğu, askeri başarılarını bir ölçüde bekâr güce borçluydu. Kontrol altında belirli hedeflere yönlendirilen bu yıkıcı gücün bir benzerinin askeri sahada veya özel ya da resmi iş alanlarında eritilemediğini düşünün. Şimdi, elde ettiğiniz vasıfsız kitleyi, giderek artan nüfusuna karşın iş olanakları ve ancak bulunabilen günlük işlerden elde edilen gelirinin gün geçtikçe azaldığı bir şehre koyun. Bir de, tüm nüfusa nispetle sayıları az da olsa, bu kitlenin, içki, fuhuş, tecavüz, kumar, uyuşturucu, gasp, adam yaralama ve öldürme ve hırsızlık gibi suçlara sürekli karışarak büyük sorunlara neden olduğu gerçeğini buna ekleyin. Son olarak da, kendinizde, gayr-ı ahlaki halleri suç, suçları ise günah sayan zamanının algısını hakim kılmaya çalışın. Gözlerinizi açtığınızda, suçlu-günahkar yani aykırı bir kitleyi karşınızda bulacaksınız. Bir başka deyişle, XVII. yüzyılın ikinci yarısına kadar ucuz iş gücü olan bekarların bu zamandan sonra marjinal tiplere evirilmeye başlamaları sorunsalı, iş, göç, nüfus ve suç denkleminin olağan bir sonucudur. Bütün bunlara, bir de, bu tarihten itibaren bekârların özellikle de konu gayr-ı meşru hallerse, ilkel, ama organize bir kimliğe bürünmeye başlamalarını ekleyebiliriz. Nasıl ki genel yaşayışın aksine hareket eden bekarlar, devlet ve toplum nazarında marjinal ise aykırılıklarının önüne geçmeye çalışan görevliler de onlar için marjinaldi. Yani bu tek taraflı bir durum değildi. Sonuç itibariyle bu yüzyılın ikinci yarısı, bekârların, aykırı olarak addedilmelerine neden olan gelişmelerin yoğun bir şekilde yaşanmaya başlandığı bir dönemdi.
Bekâr, mesleki anlamda vasıfsız, eğitimsiz, aile ortamı, denetimi ve değerlerinden soyutlanmış olmalarına ve daha birçok unsura bağlı olarak fuhuş, tecavüz, hatta homoseksüellik, gasp, hırsızlık, adam kaçırma, yaralama veya öldürme, içki, kumar, uyuşturucu ve özellikle isyan gibi suçlara bulaşmaktaydılar. Bütün bu gayr-ı ahlaki ve gayr-ı meşru eylem ve durumları çağımızın değer yargılarıyla düşündüğümüzde bazıları sadece suç, bazıları ise toplumsal manada ayıplanan haller olur. Ancak Osmanlılar için durum böyle değildi. Zira devletin şer''i yönü günaha aynı zamanda suç, töresel yönü ise ayıp, kanundaki haliyle yasak vasfını yüklemekteydi. Bekârların bütün bunları kitlesel bir şekilde yapmaları, toplum ve devlet nazarında dışlanmaları, ötekileştirilmeleri ve marjinalleştirilmelerini kolaylaştırdı. Yoksa bunlar münferit suçlar olarak kalabilir ve tümüne mal edilemeyebilirdi. Nitekim bir süre sonra tam manasıyla bir suç kaynağı olarak görülen odalar, halkın nazarına, dârü''n-nedve-i eşkıyâ ve erazil-i eşhas yani eşkıya ve rezil yuvaları olarak kazınıyordu. Bu ve belgelerde rastlanan erazil nas makuleleri (rezil kimseler), serseri geşt ü güzar (başıboş serseriler), ehl-i fesad taifesi (fesat çıkaranlar), ne iduğu belirsiz ve meçhûlü''l-ahval gibi sıfatların, marjinalitenin zamansal biçimleri olduğu açıktır.