İran ve İsrail arasında 7 Ekim saldırılarından bu yana süre gelen gerginlik bölgesel savaş ihtimalini gündeme getirecek seviyeye gelmiş durumda. İranlılar, İsrail’in saldırganlığının nihai amacını kendisine yönelik olarak okudu. İranlı elitler ve basın bunu ilk günden beri bir “tuzak” olarak nitelendirdi. Buna göre İsrail, İran’ı kışkırtarak kendi üzerine saldırtacak ve ABD başta olmak üzere Batılı güçleri İran’a saldırmaya teşvik ederek İran’ın nükleer kapasitesini sona erdirecek sürecin fitili ateşlenmiş olacaktı. İranlılar bu sebeple İsrail’in Şam’daki büyükelçilik saldırılarından Haniyye suikastına kadar hemen her konuda “itidalli” olmak gerektiğini vurguladılar.
Bugüne kadar İran ve İsrail arasında iki ülkenin doğrudan birbirine saldırması bağlamında üç olay yaşandı. Bunlardan ilki olan Sadık Vaat-1 Operasyonunda İran, elindeki “en düşük askeri kapasite”nin bile İran topraklarından İsrail’e uzanabileceği mesajını vermek istedi. Böylece İsrail’in kendisine saldırmayacağını ve Batılıların İsrail saldırganlığının önüne geçeceklerini umdu. Ancak işler İran’ın istediği gibi gitmedi. İsrailliler İran’ın caydırıcılığını tanımadıkları gibi Tahran’da İsmail Heniyye suikastını gerçekleştirdi ve saldırganlığına devam etti. İran basını bu olayın ardından da aynı “tuzak” konusunu gündeme getirdi. Ardından Hizbullah’a yönelik saldırılar gerçekleşti ve Hasan Nasrallah’ın öldürülmesi sonrası İran tarafından Sadık Vaat-2 operasyonu gerçekleştirildi. Kabaca belirtilecek olunursa İran, bu saldırıyla da elindeki askeri kapasiteyle dilerse isabeti yüksek vuruşlar yapabileceğini ve İsrail’e tansiyonu daha fazla yükseltmemesi gerektiği mesajını vermek istedi.
İsrail tarafı bu saldırının ardından meşru müdafaa hakkının olduğunu dile getirdi ve bir cevap verileceğini söyledi. Süreç boyunca İran’ın nükleer tesislerinden petrol ve enerji tesislerine kadar birçok kritik altyapısının hedef alınacağına dair söylentiler yayıldı. Nihayetinde İsrail, İran’a karşı beklenen hava saldırısını gerçekleştirdi. Burada sorulması gereken sorulardan biri İsrail, ilk saldırıyı neden Sadık Vaat-1 sonrası gerçekleştirmeyip Sadık Vaat-2 sonrası gerçekleştirdiğidir…
İran’ın nükleer faaliyetleri İsrail için bir varoluş meselesi durumunda. Her ne kadar bazı analistler bu fikre karşı çıkarak İsrail ile İran’ın “varoluşsal bir tehdit” olarak birbirlerini tanımlamak için bir gerekçeleri olmadığını söylese de İsraillilerin açıklamalarına bakıldığında bu konuyu basitçe “elektrik üretme meselesi” olarak görmedikleri anlaşılıyor. Zira İran’ın perspektifinden görülen manzara ile İsrail’in perspektifinden görülen manzara aynı değil. İsrailli liderler 25 yıldır İran’ın bu kapasite inşasını diplomatik olarak durdurmanın imkansız olduğunu, İran’ın sadece zor kullanılarak durdurulacağına dair fikirlerini yüksek sesle her platformda dile getiriyorlar. Hatta İsrail’in gerektiği takdirde kendi başının çaresine bakacağını da defalarca kez dile getirmiş durumdalar. İran’ın nükleer kapasitesini bu derece artırdığı bir dönemde gerginliğin bu derece yükselmesi bu bağlamdan bakıldığında anlaşılmaz görünmüyor. Yine aynı bağlamdan bakıldığında İsrail’in aralıksız bir şekilde İran’ı kendi üzerine çekecek saldırılarda bulunması da bir anlam ifade ediyor.
Sadık Vaat-1 Operasyonu ardından İsrail’in İran’a doğrudan cevap vermeyip Sadık Vaat-2’den çok sonra kısıtlı olarak yanıt vermesi de İsrail’in yaklaşımını anlamak adına başka bir ipucu olarak görülebilir. Şöyle ki Sadık Vaat-1 gerçekleştiğinde İsrail henüz Hizbullah tehdidini çözmüş değildi. İran’la olacak ve bölgesel seviyeye hızla dönüşebilecek bir çatışma durumunda Hizbullah’ın kara unsurlarının İsrail sınırından içeri girerek İsrail’e zorluklar yaşatma ihtimali bulunuyordu. Dolayısıyla İsrail önce bu tehdidi bertaraf etmek istedi. Ancak bundan önce Hamas’ı pasifize etmesi gerektiği için askeri tabirle Gazze’de gerçekleştirdiği “alan imhası”nı tamamlayıp ardından Heniyye Suikastı ile dekapitasyona giden İsrail, Hamas’a yönelik “kapasite köreltmesi” sürecini tamamladığından emin olduktan sonra ibreyi Hizbullah’a çevirdi. Bu süreçte 7 Ekim saldırısı ve rehine kriziyle hiçbir alakası olmayan en az 45 bin masum insanın ölümü ve on binlerce insanın yerinden çıkarılması ise “İsrail’in güvenliği” söylemiyle meşru bir zemine oturtulmaya çalışıldı.
Hizbullah’a yönelik de benzer operasyonları gerçekleştirmek için kasıtlı olarak Eylül ayı seçildi. Zira 2 Eylül Roş Aşana’dan (Yahudi Yılbaşı) itibaren bütün ay ardı sıra tatillerle dolu olduğundan çatışmanın en yoğun yaşanmasının ihtimal olduğu günlerde halkın en az mobilize olduğu, insanların işe ve okula daha az gittiği bir dönem seçildi. Böylece Lübnan’da Hizbullah’a yönelik güç nötralizasyonu amacıyla bir faaliyete girişildi. Görüldüğü üzere Netanyahu hükümeti, birçoklarının resmettiği şekilde amaçsızca ve sadece taktiksel olarak değil, aksine oldukça planlı ve stratejik bir şekilde hareket etmektedir.
Diğer bir önemli soru ise İsrail’in bunca maliyetin altına neden girdiğidir. İnsan kaybının yanı sıra İsrail’in oldukça önemsediği uluslararası itibarın kaybı, maddi kayıplar ve toplumsal bölünmelerin daha da artışı gibi konuları basitçe “delilik”le açıklamak olan biteni izaha yetmez. Konu sadece Netanyahu’nun siyasi ikbali ile de açıklanamaz. Zira bu kadar büyük bir maliyet eğer boş yere yapılıyorsa sürecin sonunda bunun hesabını vermek, yolsuzluk soruşturmasından çok daha zor ve bedelleri ise ağır olacaktır. Yoav Gallant gibi saldırıların maliyetini öne süren isimlerin Netanyahu tarafından “güvenmiyorum” diyerek görevden alınması ve Kantz gibi oldukça şahin bir ismin Gallant yerine Savunma Bakanı yapılması da saldırıların devam edeceğinin ve kararlılığın işareti olarak okunabilir.
Bütün bu gelişmeler alt alta konulduğunda İsrail’in nihai stratejik hedefinin Gazze’nin “insansızlaştırılması” yahut Lübnan’ın Hizbullah’tan arındırılması olmadığı görülüyor. Bunlar da elbette İsrail’in hedefleri arasında sayılabilir. Ancak İran’ın nükleer kapasiteden uzaklaştırılması İsrail açısından en önemli stratejik hedef durumunda.
ABD Başkanı Donald Trump’ın ilk döneminde İran’a yönelik takındığı şahin tutum İran’ın iç dinamiklerini derinden etkiledi. Halihazırda 1999’daki öğrenci hareketlerinden beri sivil siyasete müdahale etme çabasındaki Devrim Muhafızları Ordusu, müesses nizamın ve Devrim Rehberi’nin de onayını alarak 2018’den sonra günden güne ülkenin bütün erklerinde ağırlığını daha da artırdı. Kasım Süleymani’nin de ölmesiyle birlikte iyice şahin bir tarafa savrulan İran iç siyaseti, yapılan seçim mühendislikleriyle birlikte reformistlere ve ılımlılara hiç yer bırakmayacak bir yapıya büründü. İbrahim Reisi’nin iktidarıyla birlikte de Devrim Muhafızı kökenli çok sayıda isim bürokrasinin üst kademelerinde fazlasıyla yer bulmaya başladı.
Bu dönemde Reisi’nin girdiği her seçime rakipsiz bir halde sokulması ve sistemin doğrudan içinden gelmesi sonraki Devrim Rehberi olacağı iddialarını yükseltmişti. Bu durum iç siyasette çeşitli klikleri huzursuz etmeye başlamış ve Hameney sonrası dönem yüksek sesle tartışılır hale gelmiş bununla birlikte iç çekişmeler de daha gözle görünür bir hal almıştı. Keza sivil siyasetin iyiden iyiye baskılanması ve hem üst bürokraside hem de erklerde tek tip ve şahin bir yapının var oluşu İran’ın dış politika tercihlerinde ve söylemlerinde küresel sistemden uzaklaşmasına sebep olmaya başlamıştı. Esnekliğini kaybetmeye başlayan İran siyaseti Reisi’nin şaibeli ölümüyle birlikte yeni bir sürece girdi ve bir önceki milletvekili seçimlerinde adaylığı reddedilen Mesud Pezeşkiyan, sandıktan birinci olarak çıktı.
İran müesses nizamının bu noktadan itibaren iki olguyu öne çıkardığı görüldü: Bunlardan ilki milli birlik vurgusuydu. Buna göre Muhafazakar cenahtan gelen Meclis Başkanı ve Pezeşkiyan’ın seçimlerdeki rakibi Muhammed Bager Kalibaf ile Pezeşkiyan’ın birlik beraberlik pozları gazete manşetlerini süsledi. Milli birlik üzerine manşetler atıldı. Böylece İran siyasetinde bir ayrışma olmadığının altı çizilmiş oldu. Diğer nokta ise siyaseten esneklik ve diyalog arayışlarının ön plana çıkmasıydı. İran’ın politikada bir esneklik arayışında olduğunu gözler önüne seren en önemli gelişme siyaseten öldüğü kabul edilen Cevad Zarif’in yeniden aktif olarak hükümette görev almış olmasıydı. Böylece İsrail agresyonunun arttığı bir dönemde İran, uluslararası camia ile yeniden diyalog yollarını bulmanın ve bir şekilde ötekileştirilmenin önüne geçmeye çalıştı.
İran açısından yaklaşan tehdide karşı atılan en önemli adımların iç politikada artık her biri birer güvenlik konusu haline gelmiş meselelere karşı yaklaşım olduğu görülüyor. Su krizinden mülteci meselesine, özlük hakları meselesinden kolberler meselesine kadar İran’da çok sayıda yapısal sorun bulunuyor ve bu sorunlara Reisi döneminin güvenlikçi yaklaşımının etkili çözümler getiremediği belirtiliyor. Mesud Pezeşkiyan, seçim kampanyasından bu yana beyin göçü meselesinden ekonomik krize kadar çok konuda İran’ın iç sorunlarına yönelik söylemlerde bulunuyor. Amerika ziyareti sonrasında dahi İranlıların ülkelerine dönmeleri için gerekli adımların atılacağına dair beyanatı oldu. Keza kolberler konusunda da son günlerde atılan bazı adımların yanı sıra terör unsurlarıyla daha yoğun bir mücadeleye girmiş durumda. Ceyşü’l-Adl’a karşı yapılan operasyonların yanı sıra KOMALA’ya indirilen stratejik darbeler de bu dönemde hız kazanmıştır. Bu tip örneklerin sayısını artırmak elbette mümkün. Ancak Pezeşkiyan hükümetinin iç cepheyi tahkim ederek ve halktaki ayrışmaları olabildiğince aşağı çekerek yaklaşan tehdide bir hazırlık yaptığı söylenebilir. Reisi döneminin aksine hem iç hem dış politikada gösterilen esneklikler İran’ı daha rasyonel bir aktör olarak öne çıkarırken İsrail’in çok daha ötekileşmesine sebep oluyor. Bu da İran’ın, ekonomik ve güvenlik anlamında İsrail’i yıpratma yönünde izlediği stratejilerin dışında İsrail’e karşı izlediği bir başka strateji olarak değerlendirilebilir.
Özetle İran, İsrail’in kendisine yönelik planları olduğuna yönelik kesin bir inanca sahip. Bu sebeple işi savaşa taşıyacak her hamleden itinayla kaçınıyor. Yine aynı sebepten İbrahim Reisi döneminin şahin söylemlerini bir kenara bırakarak Pezeşkiyan gibi bir figür ile Cevad Zarif gibi bir başka önemli ismi ön plana çıkardı. İran, bir yandan içerideki sorunları halletmeye çalışırken diğer yandan uluslararası normların ve hukukun şemsiyesi altında kendi güvenliğini arıyor.
Donald Trump ilk başkanlık döneminde İran’ın sınırlarını sonuna kadar zorladı ve maksimum baskı politikasıyla İran’ı her yönden baskılamaya çalıştı. İsrail tarafının arzularıyla paralel ve uyumlu şekilde yürütülen bu politikalar sonucunda İran, Rusya ve Çin’le angajmanlarını geliştirerek var olan ekonomik ve siyasi sorunlarına çözüm aradı. Trump’ın yeni döneminde de benzer bir politikaya yöneleceği görülüyor. Zira İran’ı baskılamak suretiyle içerideki bunalımı iyiden iyiye artırmak, İsrail’in İran’a yönelik uygulanmasını istediği temel politikalardan biri. Yukarıda da bahsedildiği üzere İsrail, Gazze ve Lübnan’da yaşananlardan dolayı maliyeti oldukça yükseltmiş durumda. Batılılar ise halihazırda Ukrayna ve Tayvan meseleleri ortadayken Orta Doğu’ya daha fazla maliyet yüklemek istemiyorlar. Nitekim Trump’ın söylemlerinde de bu görünüyor. Dolayısıyla askeri bir çatışma yerine yaptırımların yeniden ağırlaşması ve İran’ın sıkıştırılmaya çalışılması ABD perspektifinden çok daha olası bir senaryo olarak öne çıkıyor. Trump’ın ABD müesses nizamıyla “hesaplaşacağına” dair olan öngörüler de gerçekleşirse ABD iç politikasında oluşabilecek bir bunalımdan doğabilecek her fırsatı İsrail kendi lehine değerlendirmek isteyecektir. Son tahlilde İsrail’in nihai hedefinin nükleer kapasiteyi sonlandırmak ve eğer mümkünse İran’da bir rejim değişikliği olduğu unutulmamalıdır. Mevcut İsrail hükümeti bu bağlamda her türlü maliyeti göze almış görünüyor.