Türkiye, 100 yıl önce çaresiz olmadığı gibi bugün de çaresiz değildir. Dünyada yeniden oluşmaya başlayan güç eksenleri ve dengeleri içerisinde Türkiye yerini alacaktır. Türkiye belki hemen bu konuda radikal bir adım atmayıp, diğer eksenlerle ilişkilerini güçlendirme yoluna gitmiştir. Türkiye, geçmişte de Rusya ile iyi ilişkiler geliştirip Batı’yı dengelemiştir. Bugün de yapılacak olan budur.
Osmanlı Devleti’nden bugüne Batı ile Türkiye arasındaki ilişkiler rekabete dayalı olmuştur. Batı, kendi kimliği ve bütünleşmesini Türk korkusu/düşmanlığı üzerinden inşa etmiştir. 18. asırdan itibaren değişen güç dengesi, Osmanlı Devleti’nin toprak kayıplarına yol açmış, Batılı devletler ise küresel düzlemde sömürgeciliğe yönelmiştir. Dünyayı sömürgeleştirip paylaştıktan sonra da sıra Osmanlı devletinin zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarına gelmiştir. Fransa, İngiltere ve Rus Çarlığı, Osmanlı Devleti’nin nasıl paylaşacağı konusunda 1908’de Reval’de uzlaşınca imparatorluğun üzerine çullanmışlardır.
Birinci Dünya Savaşı bu paylaşımın hayata geçirilmesini amaçlamıştır. Son derece ağır şartlar altında savaşan Osmanlı orduları Misak-ı Mili sınırlarına kadar çekilmek zorunda kalmıştır. Anadolu, İngiliz ve Fransızların yanında Yunanlıların işgaline uğramıştır. Türk milli kurtuluş savaşı, bu zor koşullar altında yüzünü Bolşevik Rusya’ya yani Sovyetler Birliğine dönmüştür. Sovyet Rusya Dışişleri Komitesi Komiseri Çiçerin; Türkiye’nin işçi ve köylülerine hitaben 13 Mayıs 1919 tarihindeki bir radyo konuşmasında; “Avrupalı vurguncuları dışarı sürmek ve içeride mutluluklarını onların (işçi ve köylülerin) sefaleti üzerine kurmaya alışkın olanları yok edip güçsüz bırakmak” için Türk işçi ve köylüsünü güç birliği yapmaya çağırmış ve “kardeşçe bir el” uzatmıştı. Sovyetler Birliği sadece moral destek sunmakla kalmamış, Ankara hükümetine silah, cephane ve nakdi yardımlarda da bulunmuştu. Sovyetler kendi güney sınırlarını güvenceye almayı amaçlamış, Türkiye ise emperyalizme karşı Sovyetler’in desteğini almıştı. Türkiye’nin elbette Bolşevik olmak gibi bir niyeti yoktu. Türk önderlerinin gözü Batı’daydı fakat bu destek hayati bir zamanda gelmişti. Yani en çaresiz olduğumuz zamanda Türkiye stratejik bir tercih yaparak ayakta kalmayı başarmıştı.
Türk Kurtuluş Savaşı bir anti-emperyalist savaştı ve bütün ezilen uluslara moral destek sağlamıştı. II. Dünya Savaşı yıllarında halk ağır kıtlık altında zor günler geçirmiş olsa da Türkiye savaşa dâhil olmadı. Savaş, iki kutuplu bir dünya yaratmıştı. Sovyet güçleri ile Amerikan kuvvetleri Berlin’i sınır kabul etti. Dünya, ikiye bölünmüştü: ABD ve Sovyetler Birliği. Türkiye’nin de tarafını seçmesi gerekiyordu. Türkiye, Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerini sürdürmek niyetindeydi. Her ne kadar savaş yıllarında Alman yanlısı bir siyaset izlenmiş olsa da Sovyetleri karşımıza almak büyük bir hata olacaktı. Sovyet lider Stalin, II. Dünya Savaşı’ndan galip gelmiş ve Yalta’da dünyayı bölüşmüş bir lider olarak Türkiye’den bazı taleplerde bulunmuştu: Kars ve Ardahan’ın Sovyetler’e iadesi ve Boğazlar üzerinde tam denetim yetkisi. Bu koşullar Türkiye tarafından kabul edilemez bulundu. İmdada Amerika yetişti. Amerikan Başkanı Truman’ın açıklamış olduğu “Marsall Yardımları” ile Sovyetler’e karşı Avrupa ülkelerini kalkındırma hamlesi Türkiye’nin de talihini değiştirdi. Türkiye, Kore’ye asker gönderme karşılığında NATO’ya dâhil oldu. Amaç, toprak bütünlüğü ve bağımsızlığını Sovyet istilasına karşı korumaktı. Bu dönemde Türkiye, NATO’nun ileri karakolu gibiydi. 1962 yılındaki Küba Krizi Türkiye’nin ne kadar ağır bedeller ödeyebileceğini de ortaya koymuştu. Sinop’taki radar üssü Sovyetler’i gözetliyor, yerleştirilen NATO füzeleri de Sovyet saldırısına yanıt vermek için hazır tutuluyordu. Bu askeri üsler, Türkiye’yi Sovyetler’e karşı açık bir hedef haline de getirmişti. Bir Sovyet istilası karşısında NATO’nun Türkiye yanında savaşa girip girmeyeceği çok tartışıldı ama buna olumsuz yanıt verenlerin de sayısı az değildi.
NATO her ne kadar Atlantik’in iki yakasındaki devletlerin ittifakı ise de NATO demek Amerika demektir. Çünkü NATO içerisinde en fazla askeri harcaması olan devlet Amerika’dır. Türkiye ile ABD arasında inişli çıkışlı seyir izleyen ilişkiler, NATO Türkiye ilişkilerini de etkilemiştir. 1964 yılında Amerikan Başkanı Johnson’un, Türkiye’nin Kıbrıs’a yönelik müdahale niyetine yönelik olarak Türkiye’yi tehdit eden mektubu, Amerika ile olan ilişkileri krize sokmuştu. Türkiye tekrar Sovyetler Birliğine yakınlık gösterdi. Türkiye’deki ağır sanayi hamleleri Sovyet yardımları sayesinde gerçekleşti. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında Amerika Türkiye’ye askeri ambargo koydu. İlişkiler iyice gerginleşmişti.
12 Eylül 1980 CIA darbesi Türkiye’nin yeni bir amaç için sahaya sürülmesini sağlamıştı. İran İslam devrimi ve Sovyetler’in Afganistan’ı işgali Türkiye’nin stratejik önemini arttırmıştı. Ayrıca “Yeşil Kuşak Projesi” için Türkiye’ye ihtiyaç duyuluyordu. Bu dönemde Türkiye ile Batı arasındaki ilişkiler yeniden ilerleme gösterdi. Türkiye, AB ile sonu tam üyelik olan müzakere sürecini başlattı. Fakat 11 Eylül sonrası koşullar değişti. Tek kutuplu dünyada Batı’ya yeni bir küresel düşman gerekiyordu. Bunun için Afganistan’da yıllarca eğitilip göreve hazır hale getirilen “radikal İslamcılar” kullanıldı. ABD bir dönem desteklediği Usame b. Ladin üzerinden bir “İslam radikalizmi inşa edildi. Türkiye, 2011 yılına kadar radikal İslam’a karşı ılımlı İslam’ın model ülkesi olarak kullanıldı. Fakat Erdoğan’ın İslam Âleminin yeniden ihya edilmesi çabası Türkiye’nin Amerika tarafından dışlanmasına yol açtı. Türkiye, Büyük Ortadoğu’nun bir parçası olmak yerine İslam adaletinin sesi olmayı tercih etti. Bu hem Amerika hem onun maşası olan FETÖ ile hem de Batılı ülkelerle ilişkilerimizi etkiledi. Batı’da her seçim döneminde Türkiye karşıtı söylem üzerinden İslam düşmanlığı yapılmaya başlandı.
Bu tarihsel süreçten bugüne gelinmiş oldu. Bugün NATO ittifakı ile Türkiye ilişkileri fiilen sürse de ağır bir kriz altındadır. Türkiye, çaresiz olarak görülmekte ve çevresinde operasyonlara yapılmaktadır. Güney sınırlarımıza Amerika ve onu izleyen diğer NATO üyesi ülkeler eliyle fiili bir Kürt bölgesi inşa edilmeye çalışılmaktadır. Türkiye’nin parasını ödediği silahlar teslim edilmezken, ağır silahlar, hava ve tank savunma sistemleri PKK ve türevi olan örgütlere hibe edilmektedir. NATO Türkiye ilişkilerinin en ağır imtihanı ise 15 Temmuz darbe girişimi olmuştur. Açıktır ki bu darbenin gerisinde Amerika vardır. NATO’daki en büyük müttefikimiz ülkemizde bir darbe yapmaya çalışmıştır. Tıpkı Latin Amerika ülkelerinde yaptığı gibi. Bu artık ittifakın da sonuna gelindiğini göstermektedir. Bugün bizi arkamızdan vuranlarla aynı savunma paktında nasıl kalınabilir? Nasıl stratejik ilişkiler devam edebilir. Türkiye’nin Rusya’dan almak istediği S-400 hava savunma sistemlerine NATO’nun muhalefeti akla Türkiye’nin işgal edilmesi gibi bir hedef mi var sorusunu getirmektedir. Yani durum ciddidir ve Türkiye NATO tarafından parçalanmak istenmektedir. Bu durumda hangi ittifaktan söz edilebilir.
Türkiye, 100 yıl önce çaresiz olmadığı gibi bugün de çaresiz değildir. Dünyada yeniden oluşmaya başlayan güç eksenleri ve dengeleri içerisinde Türkiye yerini alacaktır. Türkiye belki hemen bu konuda radikal bir adım atmayıp, diğer eksenlerle ilişkilerini güçlendirme yoluna gitmiştir. Türkiye, geçmişte de Rusya ile iyi ilişkiler geliştirip Batı’yı dengelemiştir. Bugün de yapılacak olan budur. Türkiye, kendine yeni müttefikler bulup, Batı’nın gücünü dengelemeye çalışacaktır. Elbette her şey bitmiş değildir. Amerika, Avrupa eğer Türkiye’yi bütünüyle kaybetmek istemiyorsa, açık ve şeffaf olmalı, Türkiye’nin hassasiyetlerini göz ardı etmemeli, ülkemizin iç işlerine müdahale etmekten kaçınmalıdır. Türkiye ne Küba, ne Bolivya, ne Şili’dir. Türkiye, binlerce yıllık devlet deneyimi ile tarihte hep var olmuş ve hep var olacak büyük bir ülke ve millettir. Bu yüzden Batılıların hesabını buna göre yapması gerekir. Amerika yokken biz vardık. Türkiye ne sahipsiz ne de çaresizdir. İsmet İnönü’nün dediği gibi: “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye o dünyada yerini alır.”