Vilnius’taki NATO zirvesinde Türkiye’nin ortaya koyduğu politikanın tartışması henüz tam anlamıyla kapanmamışken başka bir deyişle kamuoyu bu zirvenin yankılarını tartışmaya devam ederken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan oldukça pozitif bir gündemle Körfez’in üç önemli ülkesini kapsayan bir seyahate çıktı. Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni (ve ayrıca KKTC’yi) kapsayan bu ziyaret Türkiye ile bu ülkeler arasında yeni bir dönemin kapılarını aralamış durumda. Dış politika için kısa sayılabilecek bir süre öncesinde Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkileri farklı düzlemde yürüyorken önce bir normalleşme sonrasında da iş birliğine evrilen bu süreci anlamlandırmak zorundayız. Geçen yılki ziyaretlerle normalleşme sağlanırken bu hafta gerçekleşen ziyaret ise normalleşmenin ötesine işaret ediyor. Suudi Arabistan ile yaşanan güven tazeleme ve imzalanan anlaşmalar, BAE ile ilişkilerin stratejik seviyeye çıkarıldığına dair deklarasyon ve 50.7 milyar dolar hacime sahip ekonomik anlaşmalar da bu durumun somut göstergeleri…
O halde soru şu: Ne oldu da Türkiye ile körfez ülkeleri arasında yeni bir dönemin kapıları aralandı? İster süreci bütünüyle okuyalım ister Erdoğan’ın bu ziyareti çerçevesinde ortaya çıkan iş birliği görüntüsüne bakalım; gelişmeleri sadece Türkiye ve bu ülkelerin niyeti ve politika değişikliği ile anlamlandırmak eksik bir yaklaşım olacaktır. Burada özellikle Türkiye’de ve bazı uluslararası çevrelerde Türkiye’nin ekonomik ihtiyaçlar nedeni ile hızlı bir dönüş yaptırğına dair tezi irdelemek gerekiyor. Mevcut ekonomik koşulların Türkiye’yi yeni kaynak arayışına yönelttiği doğru, ancak Türkiye ile Körfez ülkeleri arasındaki yeni iş birliğini bu çerçeveye sıkıştırmak mümkün değil. Türkiye’nin keskin bir dönüş yaptığı tezi ise tartışılmaya değer bir argüman değil. Zira normalleşme ve iş birliği arayışının en az iki yıllık bir geçmişi var.
Küresel gelişmelerin bölgesel yankısı ile her bir ülkenin kendi hesabını düşünmeden yapılacak analizler eksik kalacaktır ve ne Türkiye’nin manevrasını ne de Körfez ülkeleri nezdinde devam etmekte olan değişimi anlamak mümkün olmayacaktır.
Öncelikle bu değişim sürecinin gerçekleştiği küresel bağlama bakalım Orta Doğu ve özellikle Körfez bölgesindeki gelişmeleri ABD’nin politikasından bağımsız olarak okumak mümkün değil. ABD’nin bir süredir Orta Doğu’daki ilgisini azalttığı ve Asya Pasifik bölgesine odaklandığı artık bir sır değil. Obama döneminden itibaren işaretlerini veren bu siyaset Trump dönemi ile bir karmaşa yaşasa da Biden ile birlikte iyice açığa çıktı. Biden‘ın dış politika gündeminde Orta Doğu’nun ve Körfez bölgesinin alt sıralarda kalmış olması bu durumun önemli bir işareti. Trump‘ın iktidara gelir gelmez gerçekleştirdiği Orta Doğu ve Körfez turu aslında 2017 yılından itibaren bölgedeki ayrışma ve ittifakların temelini oluşturdu.
Hatırlayacak olursak Trump, Arap isyanlarının taşıdığı değişim potansiyeline karşı olan ülkeleri desteklemiş ve bunların arasında önemli bir ittifak oluşmasının temellerini atmıştı. Bu noktada Mısır, BAE ve Suudi Arabistan’ı zikretmekte yarar var. Trump’ın niyeti elbette İran karşıtı güçlü bir blok oluşturmak ve Yüzyılın Anlaşması ile İsrail’i hoşnut edecek bir Orta Doğu dizayn etmekti. Söz konusu ülkeler ise bu durumu daha çok Arap isyanlarıyla başlayan parantezi kapatmak için bir fırsat olarak gördü ve başarılı olduklarını ifade etmek abartı olmayacaktır. Trump’ın iktidara veda etmesi ve Biden’ın seçimi yeniden kazanması, bu ülkelerin mevcut pozisyonlarını gözden geçirmesini gerektirdi. İran karşıtı bir blok oluşturmak ise aslında bu ülkelerin hepsini aynı derecede ilgilendiren bir problem değildi zaten Biden da bu meseleye Trump’tan daha farklı yaklaşmaktaydı. 2020 yılında seçilmesine rağmen Orta Doğu ziyaretini 2022’nin ortasında yapması bile bölgeye yönelik azalan ilgisini göstermekteydi. Dolayısıyla Trump’ın iktidardan düşmesi ile bu ülkelerin yeniden bir arayışa girmesi kaçınılmaz olmuştu.
Rusya’nın Ukrayna saldırısı ile Çin’in dünya siyasetindeki agresif tutumu Körfez ülkelerinin küresel düzeyde yeni ortaklıklar bulma arayışını hızlandırdı. Bu durum Suud-İran normalleşmesinde kendini açıkça gösterdi. Artık Çin, Orta Doğu/Körfez bölgesi için yeni küresel oyuncu olarak değerlendirilmeye başlandı. Bu gelişmeden yalnızca iki ay sonra Çin-Suud arasında 10 milyar dolarlık anlaşmalar serisinin imzalanmış olması da, Çin’in Orta Doğu’ya yaklaşımının retorik düzeyde kalmayacağının göstergesi oldu.
Körfez ülkelerinin dış politikada yeni ortaklıklar kurma arayışının aynı zamanda Türkiye’yi de kapsamaması mümkün değildi. Bölgenin en önemli aktörü ve oyun kurucusu olarak Türkiye’nin Körfez ülkeleri için ittifak ortağı olması kaçınılmazdı. Doğu Akdeniz’de kendisini dahil etmeyen bütün seçenekleri devre dışı bırakan, Libya’da istikrarı sağlayacak müdahaleyi gerçekleştiren, Suriye’den kaynaklı güvenlik tehditleri ile baş etmekle kalmayıp hem ABD hem de Rusya ile masaya oturabilen Türkiye, göz ardı edilemezdi…
Bunun yanı sıra Türkiye, kendi hak ve çıkarlarını merkeze alırken, bölgesel istikrar ve -Doğu Akdeniz’deki- kaynakların adilane paylaşımı noktasında da iş birliği yapmaktan kaçınmayan bir tavır sergilemekten geri durmadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyaret ettiği üç Körfez ülkesinin mevcut küresel ve bölgesel şartlarda oturtmaya çalıştıkları dış politika çizgisi açısından da Türkiye vazgeçilmez bir aktör konumunda.
Suudi Arabistan’ın 2030 vizyonu çerçevesinde girdiği oldukça kapsamlı ‘modernleşme’ süreci, hem Suudi Arabistan hem de bölge ülkeleri için oldukça önemli. Özellikle Muhammed Bin Selman’ın –olağanüstü bir gelişme yaşanmadığı takdirde- on yıllarca sürmesi beklenen iktidarı için bu projede başarısız olma şansı yok. Kendisini oldukça zorlu bir süreç bekliyor ve bu sürece katkı yapacak en önemli ülkelerden biri şüphesiz Türkiye. Yanı sıra, on yıllara sari olması beklenen bu sürece Türkiye’nin bigane kalması söz konusu değil. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan ve beraberindeki resmi heyete 200’e yakın iş adamının eşlik ediyor olması da bu durumu gözler önüne seriyor.
Birleşik Arap Emirlikleri’nin de son iki yıldır dış politikada önemli değişimlere gittiğini ifade etmek mümkün. Bu değişim önce Yemen sonra da Libya’da gözlemlendi. BAE mevcut kazanımlarını koruma altına almak ve güvenliğini konsolide etmek zorunda. BAE için değişen en önemli unsur ise Trump ile kurulan ittifakın anlamsızlaşmış olması. Bu durumda yeni ortaklıklar kurmak ve dış politikasında çeşitlenmeye gitmek durumunda.
Benzer bir durum Katar için de söz konusu. Ablukadan kurtulma başarısı gösteren Katar için en önemli güvenlik unsurlarından birisi Körfez bölgesinin istikrarı, istikrarsızlık durumunda ise güvenebileceği bir müttefik. Her iki durumda Türkiye, Katar için bu bakımdan vazgeçilmez. Üç ülkenin de özellikle savunma sanayii alanında Türkiye’yi tercih etmeleri ise hem endişelerini hem de bu endişelerini nasıl gidereceklerine dair önemli bir ipucu.
Kısacası küresel ve bölgesel düzeydeki dinamik değişim seyrinin, aktörleri buluşturduğunu ifade etmek mümkün. Türkiye’nin özellikle bölgesel denklemde Körfez ülkeleri için ABD, Çin ve Rusya gibi ülkeler dışında alternatif bir ortak olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Başka bir deyişle dış politikasını ve iş birliği alanlarını çeşitlendirmeye çalışan Körfez bölgesinin de yönünü Türkiye’ye dönmesi kaçınılmaz. Bu sürecin sunduğu fırsatların Türkiye tarafından kaçırılması da beklenmemeli.
Türkiye Yüzyılı’nın dış politikasında bu eğilimin devam edeceğini beklemek muhal olmayacaktır. Yakın çevresinden başlamak üzere, Türkiye’nin kurucu rolünü daha fazla oynayacağına önümüzdeki günlerde şahitlik edeceğiz.