Bundan 3 yıl önce bugün aramızdan ayrılan Sezai Karakoç, yaşamı ve mücadelesi ile insanlığın hakikat arayışında yeniden dirilişine çıkış yolu bulmak için geniş bir analiz yapar; yayımladığı eserlerinde insanlığın gidişatına son 3-4 yüzyıldır ağırlıklı olarak yön veren batı medeniyetine dair düşüncelerine de yer verir…
Sezai Karakoç’la en son 2021 yılı Kurban Bayramı'nda sohbet ettim. O sohbette dünya sisteminin yıkıldığını ve dünya güçlerinin çöken sistemi ayakta tutma çabaları içinde İslam milletine zulmettiğini anlattı.
Sezai Karakoç; Cumhuriyet'in ilan edilişinin 10. Yılında, 22 Ocak 1933’te Ergani’de doğdu. Babası Yasin Karakoç, Birinci Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi’nde çarpışırken Ruslara esir düşmüş bir gaziydi. Ticaretle uğraşan orta halli bir tüccardı. Dedesi Hüseyin Efendi de Plevne Savaşı’na katılmış, Gazi Osman Paşa’nın takdirini kazanmış bir gaziydi. Dolayısıyla yakın tarihi çok iyi biliyordu.
Sezai Karakoç, ilkokula 1938 yılında Ergani’de beş yaşındayken başladı. Çalışkanlığı, zekiliği ve çok kitap okumasıyla okulda fark ediliyordu. Bir Diyarbakır gezimde Karakoç’un doğup büyüdüğü Ergani’ye de gittim; oradaki evlerini ziyaret ettim, aile mezarlığına uğrayıp babası Yasin Karakoç’un mezarını ziyaret ettim. Mahalleyi gezdim, Hatıralar kitabında anlattığı dut ağaçları altında soluklandım, okuduğu okula da uğradım.
Tek parti döneminde dünyaya gelmiş, çocukluğu ve gençliği Milli Şef İsmet İnönü döneminde geçmişti. Parasız yatılı eğitim verdiği için ortaokulu Kahramanmaraş’ta, liseyi Gaziantep’te okumuştu. Kahramanmaraş, onun çocuk yüreğinin ateş aldığı yerdir nitekim Hatıralar’ında, “Sütçü İmam’ın, çarşaflı kadınlarımıza sarkıntılık etmek isteyen Fransız askerlerine ateş etmesinin birkaç çizgiyle canlandırılışı, kalede sallanan bayrağın hikâyesi, Maraş’ın kurtuluş hikâyesi, adeta her an canlı bir hatıra olarak, hüzün dolu gönlümüze bir avuç umut ve hareket tohumu saçan bir ilâhi lütuf rüzgârı oluyordu…” diye izah eder.
Tek parti yönetimi, din karşıtı bir eğitim politikası uyguluyordu. Dini kitapların okulda açıktan okunması riskliydi tıpkı namaz kılmanın olduğu gibi.. Hatıralar kitabını okurken, şu anısını anlatan satırların altını çizmiştim: “Mümkün olduğu kadar namazlarımı kılmaya çalışıyordum. Gizli gizli, köşe bucakta. Yakalandığım takdirde ne olacağı belli değildi durumumun…”
Ortaokul yıllarında Büyük Doğu okumaya başladı: “Bir arkadaşım, dayısında bulunan Büyük Doğu ciltlerini getirdi. Onları da gözden geçirdim. O güne kadar, İslâm, içimizde sakladığımız bir inanç idi. Kimselere pek açılamıyorduk. Yasak, mazlum ve mağdur bir düşünce gibiydi ruhumuzda. Ama işte, görmüştük. İstanbul’da çıkan bir dergide onu çağdaş üslupla savunan bir kalem vardı. İslâm’ın yükselen yeni, canlı sesiydi bu. Bu, benim için büyük bir mutluluk olmuştu. Çünkü: bir umut doğmuştu. Bütün sıkıntıları göğüsleyebilirdim.” diye anlatıyordu. Ortaokul ikinci sınıftayken, okulun duvar gazetesinde onun da yazıları çıkmaktaydı.
Karakoç, ailesinden ve çevresinden aldığı terbiye istikamet üzere yaşamaktadır. Bu bakımdan okulda din karşıtı bir hocayla ilgili olarak anlattığı şu olay, onun ruhuna oldukça ters gelmektedir: “… Hoca, bir gün, dersimiz boş geçerken sınıfımıza elinde bir kitap girdi. Arapça bilen Mardinli bir arkadaşımızı tahtaya kaldırarak o kitabı uzattı, ‘oku’ dedi. Arkadaş okumaya başladı. Kitap, mevlüd idi. Arkadaş, zevkle ve ahenkle okuyordu. Fakat, ben daha ilk beyitlerde bu mevlüdün özelliğini anladım. Arkadaşımız da bir müddet okuduktan sonra farkına vardı. Durdu. Öğretmen ‘okusana!’ diye ısrar etti, fakat arkadaş: ‘okumam’ dedi, ‘bu başka mevlüt’. Öğretmen, kızıp söylenerek kitabı alıp gitti. Sonradan duyduğumuza göre, mevlüd Amine Hatun yerine, Zübeyde Hatun vb. değişiklerle yeniden yazılmış. Bunu da Behçet Kemal Çağlar’ın yaptığını söylemişlerdi”. Mustafa Kemal için yazılan mevlidin söz konusu dizeleri şöyleydi: “Ol Zübeyde, Mustafâ’nın ânesi / Ol sedeften doğdu ol dürdânesi! / Gün gelip oldu Rızâ’dan hâmile / Vakt erişti hafta ve eyyâm ile”.
İslâm hassasiyeti taşıyan ve dolayısıyla genel anlamda beraber oldukları on kadar arkadaşı vardır. Onlarla birlikte ara sıra da olsa gizlice, cemaat halinde namaz kılmaktadırlar. Ancak namaz kılmak, o zamanın anlayışında affedilmez bir suçtur ve okuldan atılma nedenidir. Nitekim bir gün yatakhanede namaz kılarken hizmetli kadın içeri girerek onları görmüştür. İmamlık yapan Karakoç, elbette olayın okul idaresine aktarılacağı ve okuldan kovulacağı endişesi yaşamış, fakat kadın bunu yapmamıştır.
Gaziantep Lisesi'nin başarılı öğrencilerinden Sezai Karakoç’un “Büyük Doğucu” olarak adı çıktı; bütün hocalar tarafından tanınmakta ve izlenmekteydi. Buna dair şöyle bir anısını paylaşır: “Bir gün de edebiyat hocam geldi: ‘Sende Büyük Doğu var mı?’ dedi. Ben de bir arkadaştan, dayısına ait ciltleri emanet almıştım. Hocanın okuyacağını düşünerek sevindim. ‘Var’ dedim. ‘Nerde’ diye sordu. ‘Pansiyonda, dolapta’ dedim. ‘Onları görmek istiyorum’ dedi. Getirmek için gidecekken hoca da benimle beraber geldi. Hatta pansiyonumuzun kapısı, çerçevesi çıkarılmış ufak bir pencere idi. Adeta iki kat olup giriyorduk oradan. Ben içeri girdim, hoca da girdi. Dolaptan ciltleri çıkardım. Hemen aldı. Gittik. 10-15 gün ya da daha fazla bir zaman geçti aradan. Hocadan bir ses çıkmadı. Şüphelendim. Bir gün: ‘Hocam Büyük Doğu’ları okudunuz mu?’ dedim. ‘Baktım’ dedi. ‘İade etmenizi isteyebilir miyim?’ dedim. ‘Sezai, dedi, onları geri veremeyiz. Bakanlıktan emir geldi. O sebeple senden aldık.’ ‘Ama, dedim, siz o şekilde söylemediniz. Beni aldattınız. Sanki okuyacakmışsınız gibi göründünüz.’ ‘Başka türlü yapamazdık’ dedi. O zaman canım sıkıldı. Ben de çaresiz blöfe müracaat ettim. ‘Hocam o dergiler benim değil. Emanetti. İade etmezseniz, sizi mahkemeye vermek zorunda kalacağım’ dedim. Aslında o zaman nerden mahkemeye müracaat edecektim? Mahkemeye müracaat etsem, kim dinleyecekti? Fakat, nasılsa sözüm etkisini gösterdi. Hocam, dergi ciltlerini getirdi. Ben de arkadaşıma iade ettim.” dedi.
Zaman zaman Diriliş Yayınları ofisinde ziyaret ediyordum üstadı. Yaptığım belgesellerden bahsederdim. Yakın tarihi konuşma fırsatı buldum bu yüzden. Bir ziyarette Arif Nihat Asya’nın Kanatlarını Arayanlar adlı belgeselinin çekimlerine oğlu Murat Asya röportajıyla başladığımı söyledim. Gaziantep Lisesi’nde edebiyat öğretmeninin Arif Nihat Asya’nın öğrencisi olduğunu anlattı. Kitap yayınladıkça hocasından alır, okurmuş. Hatıralar’da anlattığına göre üç yıl boyunca edebiyat derslerine o girmiş; onu tanıdıktan sonra, üç yıl boyunca sözlü imtihan için hiç tahtaya kaldırmamış. Yazılı imtihanlarda da: “Sen çık, git, gez.” dermiş. Ali Nihat Tarlan’ın hazırladığı Fuzuli Divanı çıkınca getirip ona da verirmiş, Karakoç da bir çırpıda okurmuş. Namık Kemal’i sınıfta anlatması için onu görevlendirmiş. Dört ders anlattırmış, fakat bitirememiş.
Arif Nihat Asya, 1950’de Demokrat Parti listesinden Adana milletvekili seçilmişti. Karakoç, seçim konuşmalarının çok etkili olduğunu belirtti. Mitinglerde, halka söylettiği bir nakarat varmış. O anda hatırlayamadı, ayrıldıktan sonra daha arabadayken Yüksel Kanar’ı aradı, o nakaratı söyledi: “Halk Partisi bu millete ızgaradır ızgara / Yaptıkları bütün işler yaygaradır yaygara”.
Halk Partisi’nin gittiği, ama zihniyetinin her yerde hakim olduğu yıllardı. DP’nin durumunu o günleri yaşayarak gören Sezai Karakoç’un Hatıralar’da yaptığı değerlendirmeler hem çok açık, hem de son derece önemlidir: “Celal Bayar ve DP’nin ileri gelenlerinden büyük bir kısmı eski Halk Partililerdi. Zihniyetleri aynıydı. Esasta farklı bir davanın sahibi idiler. İnönü ve takımı, bütün koltukları işgal etmişti uzun yıllar. Şu veya bu şekilde iktidar nimetinden uzak kalanlar, İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika’nın zaferi demokrasinin zaferi kabul edilerek, Rusya’nın Boğazları, Kars’ı falan istemesi de göz önünde tutularak, göstermelik bir şekilde çok partili düzene geçişimizde kurdurulan ve başlangıçta danışıklı olarak kurulduğu apaçık belli olan DP’ye doluşmuşlardı. Halk o kadar ezik ve hareketten o derece kuşkulu idi ki, 1946-1950 arasında, çok güçlü bir şekilde DP’yi tutma havasında olmamıştı. Hatta, 1950 seçiminden az bir zaman önce, Bursa’da yaptığı konuşmada Celal Bayar’ın “Şeriatın kafasını ezeceğiz” dediğini gazetelerin manşetinde gördüğümü hatırlıyorum. Yine de halk, seçimde kendilerinin bile ummadığı kadar oy vererek DP’yi iktidara getirmişti. İsmet Paşa’nın demokrasiyi memleketimize getiren kişi olduğunu, fuzuli meddahlar bugüne kadar yazıp durdular.
Halâ her fırsatta yazıp, tekrarlayıp duruyorlar İnönü’nün demokrasi âşıklığını ve kahramanlığını. Bu iddianın aslı yoktur. İnönü mecburiyet tahtında, İkinci Cihan Harbi öncesi ve ilk yıllarında Almanlarla sıkı fıkı olmamızın kefareti olarak (belki de Amerikalılarla gizli anlaşma sonucu beliren) Rus tehdidi ve isteklerine karşı Amerika’ya sığınmanın sonucunda, muvazaalı ve kontrollü bir çok partili görünüme geçmeyi denemek zorunda kaldı. Millet yıkıktı. 27 yıllık propaganda yeni bir nesil yetiştirmişti ki, onların gözünde İnönü yarı-ilahtı. Yine de CHP’nin yıkılışını, ben, zulmün ebediyyen âbâd olmasına imkân bulunmadığına bağlıyorum. Halk Partisi'nin içinde farklı gruplar birbirini yemiş, halk da seçimde partiyi yere vurma fırsatını böylece bulmuştu. Eğer İnönü samimi olsaydı, 1950 seçimlerinden sonra Celal Bayar’a ‘Demokrasiye geçtik, biz artık kenara çekilelim, idareyi gençlere bırakalım’ derdi. Tam tersine, dört elle muhalefet rolüne sarıldı ve sonunda korkunç bir ihtilâlle DP’yi yıktı. Menderes’i kurtarmaya çalıştığı iddiaları de hep uydurmadır.”
1950’li yıllarda üniversite öğrencisi olan Sezai Karakoç, Büyük Doğu hareketi içindeydi artık. Necip Fazıl’ın Ankara’da sohbetlerinde bulundu. Cezaevindeyken ziyaretine gitti. Büyük Doğu’nun sanat, edebiyat sayfasını yönetti. Şiirleriyle edebiyatımızda çığır açtı, İkinci Yeni şiirinin büyüklerindendir. Hayattayken Necip Fazıl Kısakürek’i izledi, halef selef oldular.
Türkiye 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve 15 Temmuz 2016 askeri darbe süreçlerinden geçti. Mevlana, Yunus Emre, Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç gibi yazarlar, toplumun içinde bulunduğu zor şartlardaki kurtuluş reçetesini çoğunlukla gençlikte görmüştür. Mehmet Akif’te Asım Nesli, Necip Fazıl’da Büyük Doğu Nesli ne ise Sezai Karakoç’ta da Diriliş Nesli aynı idealler çerçevesinde buluşuyor, aynı tezi, İslam Birliği görüşünü savunuyordu.
Sezai Karakoç, darbeler döneminde 1960’ın Nisan ayından itibaren, Büyük Doğu’nun çıkmadığı dönemlerde Diriliş dergisini yayımladı. Düşüncelerini Diriliş görüşü çerçevesinde sistemleştirdi. Eserleriyle milletimize rehberlik etti.
2021 yılının Kurban Bayramı’nda Diriliş Yayınları’nda Sezai Karakoç’a bayramlaşma ziyaretinde bulundum. Üstat, sohbetinde Türkiye ve İslam aleminin durumunu değerlendirdi. “Yetmiş yıldır, yazılarımızla, konuşmalarımızla, bildirilerimizle, her türlü faaliyetlerimizle, Müslümanların birliklerini kurmaları gerektiğini, başka bir çözüm, seçenek ve çare olmadığını, anlatmaya çalışıyoruz.” dedi. Yalta Konferansı’nda kurulan ve Birleşmiş Milletler’le kurumlaşan dünya sisteminin çöktüğünü söyledi. Soğuk savaş bitince dünya sisteminin de çöktüğünü, küreselleşmenin yıkılan dünya sistemini kaba güçle ayakta tutma çabasına girdiklerini, İslam milletini tehdit olarak gördüklerini, 70 sene öncesine oranla mevcut durumun daha kritik olduğunu anlattı; hızlı hareket edilmesi gerektiğini söyledi ve İslam dünyasının, yüz yılı aşkın bir zamandır dağınık ve sahipsiz oluşunun büyük bir bedele mal olduğunu vurguladı. Her türlü saldırıya uğramalarını, başlarına gelmeyen felaketin kalmayışını hatırlattı. Halen en acı şekilde istila, işgal, yakıp yıkma, yok etme, çökertme saldırılarıyla boğuşup durmakta oluşlarına içinin sızladığı belliydi.
Sezai Karakoç o konuşmasında “İslam milleti, birkaç yüzyıllık çilesini doldurmadı. İslam coğrafyası kan ağlıyor. Afganistan, Irak, Suriye, Libya’da yangın sürerken, Doğu Türkistan esaret altında inlerken, Gazze, Filistin çağın korkunç silahlarıyla yıkılıyor, yok ediliyor. Milletimiz, Asya’da, Afrika’da, dünyanın her tarafında, en meydan yerinde ve en ücra noktada, ruhunu Allah’ın gösterdiği doğrultunun dışındaki yollara teslim etmiş olanların düşmanlığıyla çepeçevre” dedi.
BM’nin adil olmadığını, Müslüman devletlere karşı iki yüzlü politikalar yürüttüğünü anlattı: “Bugün, 57 devletin birliği olan İslam İşbirliği Teşkilâtı’nı, kendi düşünce, inanç ve isimlendirmelerimizle, bir nevi İslâm Birleşmiş Milletler Topluluğu, 10 devletin kurduğu Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nı da, bir nevi İslam Güvenlik Konseyi yapmalıyız” dedi.
Sezai Karakoç, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) karşısında, Bağdat Paktı, CENTO gibi köklü bir geçmişi olan “Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın” (ECO) İslam’ın gücünü ve yaptırım kudretini temsil etmesi gerektiğini söyledi. Elbette bugünkü statüleriyle değil, değişmiş tüzük ve programlarıyla. ECO’da Türkiye, İran, Pakistan gibi önemli İslam devletlerinin yanında Türkî cumhuriyetlerin de olduğunu hatırlatan Karakoç, Mısır ve Suudi Arabistan’ın da birliğe katılımıyla İslâm Güvenlik Konseyi’nin oluşturulabileceğini söyledi.
Nükleer savaşı Müslümanların durdurabileceğini, böylece Doğu ve Batı arasında, dünyanın orta kesiminde, insanlık için kalıcı bir barış ve güvenlik gücü doğmuş olacağını belirtti. Sezai Karakoç, yaklaşan ABD-Çin nükleer savaşını ancak İslam Birleşmiş Milletler Topluluğu’nun durdurabileceğini söyledi.