İsrail’in iki aydır aralıksız süren Gazze katliamları ve işgalinin bölgesel bir mücadeleyi ve hatta savaşı tetikleyip tetiklemeyeceği ciddi bir tartışma konusu oldu. Bu tartışmaya göre İsrail’in katliamlarına karşı tepki vermek zorunda olan bölge ülkelerinin İsrail’le diplomatik ilişkileri kesmeleri, ekonomik bağları koparmaları ve İsrail’e karşı gerekirse askeri bir çözüm arayışında olacaklarını beyan etmeleri gerekiyordu. Ancak geçtiğimiz süreç bir kez daha başta Körfez ülkeleri olmak üzere bölge ülkelerinin Filistin meselesine yaklaşımdan İsrail’in katliamlarına bakışa kadar krizde nasıl bir pozisyon aldıklarını gözler önüne serdi. Şu noktada görünen o ki bölge ülkelerinden İsrail’e karşı bir bölgesel savaştan öte açık bir diplomatik ve ekonomik tavır bile gelmeyecek.
Peki bu ülkelerin bu davranış kalıbı nasıl açıklanabilir? Arap ülkelerinin “Filistin davası” yok mu oldu? İran ve bölgesel uzantıları için İsrail karşıtlığı nasıl bir anlama sahip? Bu gibi soruların cevabı, Ortadoğu’nun özellikle son 13 yılda tecrübe ettiği süreçlerden geçmekte.
2010 yılında bölge diktatörlüklerine karşı bir halk ayaklanması olarak kısa süreli bir bahar havası estiren ve Arap Baharı olarak adlandırılan süreç, bölge rejimleri ve ABD’nin müdahalesiyle hızlıca sonbahara döndürülmüştü. Suriye’de Esed rejimine göz yumarak kırmızı çizgilerini ezdiren ABD, Libya’da bölünmüş bir devlet bırakmış, Mısır’da ise Mursi’ye karşı darbeyi destekleyerek Arap Baharı’nın fiilen sona ermesine yol açmıştı. Üstüne Suriye iç savaşında DEAŞ’a karşı mücadele adı altında PKK/YPG terörüyle ortaklık kurarak krizi içinden çıkılmaz bir hale getirmişti. Ayrıca İran, Hizbullah ve Rusya’nın Suriye’ye girişine de alan açmıştı. Bu da bölge ülkelerine göç ve terörizm üzerinden ciddi bir maliyet yaratmıştı.
Mısır’da ise Mübarek sonrası Mursi ile İsrail karşıtı ve bölge halklarının hassasiyetlerini dikkate alan bir yaklaşım iktidara gelmiş, ancak İsrail güvenliğinin yanı sıra Körfez’in İhvan ideolojisi ve Arap halkları üzerindeki etkisinden çekinmesi ve tehdit algılamasıyla Mısır’da Sisi darbesi desteklenmişti. Yemen ise Husiler üzerinden İran’ın müdahil olduğu ve Suudi Arabistan için ciddi ulusal güvenlik riskleri üreten bir kriz olarak Suudi Arabistan, İran ve Birleşik Arap Emirlikleri üzerinden üçlü bir denklem yaratmıştı. Tıpkı Suriye’de olduğu gibi Yemen’de de iç savaş kilitlenmiş ve sınır ülkeleri başta olmak üzere bölgeye ciddi bir maliyet üretmişti.
Tüm bu krizler, karşıt bölge ülkeleri ve ABD gibi dış aktörlerin müdahaleleriyle yıllar içerisinde kilitlenmiş ve bir vakum etkisi yaratan açmazlara dönüşmüştür. Bu da aktörler için yıpratma savaşı benzeri bir durum üretmiş, müdahil olan her aktörü farklı düzeylerde etkilemiştir. Böylece krizlerin tüm maliyeti ve faturası müdahil ülkelerin üzerine yıkılmıştır.
Dolayısıyla bölge ülkeleri için süreç içerisinde en pratik görünen yol, krizleri çözemedikleri bu denklemde krizleri sınırlamak, çatışmaları dondurarak iç savaşı durağanlaştırmak ve yerelleştirerek yönetilebilir hale getirmek olmuştur.
Tüm bunların ışığında bölge ülkeleri krizlere yönelik yeni refleksler ve yaklaşımlar geliştirmiştir. Bu yaklaşımlardan ilki, devletlerin tüm krizlerde yatıştırıcı ve sınırlayıcı bir pozisyona sahip olmasıdır. Buna göre bölge ülkeleri, ortaya çıkan bir çatışmanın bölgesel etkileri olan bir savaşa evrilmemesi için büyük uğraşlar veren, kendi sınırları dışını dikkate almayan ve böylece maliyetten kaçınmaya çalışan bir pozisyona savrulmuştur. Bu doğrultuda Yemen’de Husiler ile Suud arasında müzakereler başlamış, Suriye’de ise Esed rejimi ile normalleşme girişimleri bile hızlanmıştır.
7 Ekim sonrası süreç de bu açıdan Arap ülkeleri için mesele Filistin bile olsa, İsrail’in katliamları soykırım boyutunu bile alsa krizin sınırlanması ve etkilerinden uzaklaşılması gereken bir olgu olarak görülmüştür. Bu da ülkelerin hareketsizliği ve umursamazlığını doğurmuştur.
Bölge ülkelerinin bir diğer yaklaşımı ise ABD ve İsrail’le ortak düşman olarak bölge halklarının taleplerini dikkate alan ve ciddi bir alternatif oluşturma potansiyeli bulunan İhvan benzeri hareketlere karşı olmalarıdır. Körfez ülkeleri ve Arap rejimleri için İhvan, 2010 sonrasında açık bir şekilde en büyük güvenlik ve varoluşsal tehdit olarak kodlanmıştır. Bu da şu aşamada Körfez ülkeleri için Filistin meselesinden uzaklaşmayı doğurmuştur. Özellikle Hamas’ın liderlik ettiği bir Filistin direniş hareketi, Körfez ülkeleri için İsrail’den daha büyük bir tehdit olarak görülmeye başlanmıştır. Aksa Tufanı ile Hamas’ın Filistin davasının liderliğini ele geçirme “riski” Körfez ülkeleri için önemli bir tedirginlik doğurmuştur. Bu da Körfez ülkelerinin bir bakıma Hamas’ı ve ona destek veren Gazzelileri İsrail eliyle yıprattığı ve İsrail katliamlarına göz yumduğu bir politikaya itmiştir.
İran için ise Filistin meselesi, uğruna Kudüs Ordusu adı altında savaşçı topladığı, dini semboller üzerinden Hizbullah ve Şii milisler eliyle devasa propaganda yaptığı bir konu olmasına rağmen direniş ekseni olarak adlandırılan güvenlik denkleminde hayati bir yere sahip değildir. Yani Hamas ve Gazze, İran ve Hizbullah için faydalı bir propaganda aracıyken uğrunda savaşılacak kadar değerli bir konu ve aktör değildir. İran ve Hizbullah’ın Lübnan ve Suriye üzerinden İsrail’e sınırı bulunan aktörler olarak İsrail’e karşı bir silahlı mücadeleden kaçınması da bu maliyet/çıkar hesaplaması sebebiyle olmuştur.
Sonuç olarak, bölge ülkeleri için Filistin meselesi, krizlerden bir kriz olarak görülüp, yönetilmesi ve en az düzeyde zarar görülecek şekilde izole edilmesi gereken bir yük olarak kodlanıyor. Bu da İsrail’e karşı tepkisizliğe ve Filistin’deki soykırım girişimine karşı duyarsızlığa sebep oluyor. Ancak bu ülkelerin anlayamadığı, İsrail vahşeti tüm Siyonizm temelli dini atıflara dayansa da pratikte oldukça “rasyonel” bir politika ile İsrail’in bölgede yayılmasını amaçlıyor. Dolayısıyla bugün sessiz kalınan ve sınırlanarak yönetilmeye çalışılan mesele orta ve uzun vadede bu ülkelerin de ulusal güvenliklerini doğrudan tehdit eden bir hale kaçınılmaz olarak gelecektir. Umalım ki bölge ülkeleri bunu gördüğünde çok geç olmasın.