T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
S İ N E M A | 23 HAZİRAN 2006 CUMA | ||
|
Wolfgang Petersen'in gösterişli felaket filmi "Poseidon'dan Kaçış", bu türün meraklılarına heyecan dozu yüksek, ama belleklerde iz bırakmayan bir serüven sunuyor.
Yılbaşı gecesi Kuzey Atlantik denizinde seyir halinde olan lüks yolcu gemisi "Poseidon"un Ana Balo Salonu'nda eğlenceler başlamıştır. Bu esnada köprüdeki birinci subay ufku taradığında, dev bir dalganın gemiye doğru yaklaştığını görür. Yüksekliği otuz metreyi aşan bu muazzam su kütlesi inanılmaz bir hızla üstlerine doğru gelmektedir. Dalga, kısa süre sonra olağanüstü bir güçle gemiye çarparak onu alabora eder. İçeride tam bir can pazarı yaşanırken, soğukkanlılıklarını korumayı başaran bir grup yolcu ise tersyüz olmuş durumdaki geminin su üstünde kalan tabanına ulaşmaya çalışacaklardır. Beylik bir alt-türün geri dönüşü "Felaket filmleri", beyazperdede benim kuşağımın çocukluk ve ilk gençlik yıllarına damgasını vurmuş olan unutulmaz bir furyaydı. Ki bu türe ilişkin örneklerin büyük bir bölümünde de "Hollywood'un felaket filmleri bezirganı" olarak nâm salmış ünlü yapımcı Irwin Allen'ın imzası bulunurdu. Yeryüzünde gerek doğal yollarla gerekse insan eliyle ortaya çıkabilecek olan her ne kadar felaket varsa, Amerikan sineması bunları 1970'ler ve kısmen de 80'lerde bizlere ardarda izletti. "Dev Karıncalar İmparatorluğu", "Deprem", "Yangın Kulesi", "Çığ", "Meteor" ve adını anımsayamadığım bütün o irili ufaklı felaket filmlerini, şimdilerde artık kesinlikle yakalayamadığım eşsiz bir heyecan duygusuyla, faltaşı gibi açılmış gözlerle koltuğuma mıhlanarak izlediğimi hatırlıyorum. Sonrasında Roger Waters'ın da "The Wall"da dediği gibi "Çocuk büyüdü / Rüya bitti" ve felaket filmleri bizim kuşağı artık zerre kadar korkutmaz oldu. Çünkü 1999 depremiyle, daha önce perdede gevrek gevrek sırıtarak izlediğimiz sanal bir felaketi bu kez bire bir kendi hayatlarımızda, içimiz acıyarak yaşadık. ABD'nin 2003'den itibaren üzerine aralıksız olarak binlerce ton bomba yağdırdığı komşumuzdan gelen dehşet görüntüleri sayesinde "makyaj kan"dan korkmayı bırakıp, kanın en gerçek görüntüsüyle tanıştık. PKK'nın son derece "soylu" (!) bir ideolojik mücadele adına çeşitli alışveriş merkezlerinde canlı canlı yaktığı insanlarımızın korkunç çığlıkları, Hollywood'un yangınlı filmlerinde alevlerden kurtulmak için çırpınan oyuncuların seslerini bastırdı. İnanç alanında (bilinçli olarak) açılan gedikler ve bunun sonucunda gitgide zalimleşen bir toplum, karşılıklı sevgisizlik, duyarsızlık, rayından çıkan sokak şiddeti, ayrıca trafik kazaları, karakollarda ya da kışlalarda yaşanan işkence vak'aları, bölgesel savaşlar, kendi iç savaşımız ve şiddete karşı diğer bütün o bağışıklık sağlayıcı gelişmeler yüreklerimizi gitgide katılaştırdı. En nihayet, perdede gördüğümüz hiç bir felaketi iplemez olduk. Çünkü artık zaten hayatımızın kendisi en korkuncundan bir "felaket filmi"ne dönüşmüştü! Hollywood da söz konusu gerçeği kavramış olacak ki 1980'lerin başlarında -gişede artık dibe vurmaya başlayan- bu yorgun türe büyük yatırımlar yapmayı bıraktı. Ta ki 1990'ların ikinci yarısına kadar... James Cameron'un "Titanic"i, Michael Bay'in "Armageddon"u ve Mimi Leder'in "Derin Darbe"siyle (Deep Impact) bu dönemde yavaş yavaş silkinip yaklaşık yirmi yıllık derin uykusundan uyanmaya başlayan "felaket filmleri" akımı, geçmişte lâyıkıyla yapılamayan bazı özel efektlerin günümüzde sanal gerçeklik tekniğiyle leblebi çekirdeğe dönüşmesinin de verdiği cesaretle, son dönemlerde âdeta ikinci baharını yaşıyor. Farkındaysanız, yine sel baskınlı, volkan patlamalı, nükleer yağmurlu filmler ortalığı kapladı. Hiç kuşkusuz ki bu ikinci dalganın da kendine özgü psikolojik ve sosyolojik açıklamaları var. Böylesi öykülerin insanların kendilerini güvende hissetmedikleri buhranlı dönemlerde daha bir revaçta oldukları söylenir. O hâlde, "felaket filmlerinin geri dönüşü"yle "ABD'nin dünyayı yaşanılmaz bir yere dönüştürmesi" arasında son derece yakın bir bağ olduğunu söylemek de abes kaçmaz.
Daha gösterişli bir 'yeniden çevrim' İşte, kendisini nicedir Hollywood'da kabul ettirmiş olan Aşağı Saksonyalı Alman yönetmen Wolfgang Petersen'in (65) bugün gösterime giren "Poseidon"u da 70'lerin başlarından kalma oldukça bayat bir öyküye modern teknolojinin katkılarıyla yepyeni bir cila atma çabasının son örneklerinden biri... Felaket filmleri konusunda tecrübeli bir isim olan Petersen'den daha önce -yine bu türe dahil edilebilecek olan- "Kusursuz Fırtına"yı (The Perfect Storm, 2000) izlemiştik. Ki kendisi ayrıca "Salgın" (Outbreak, 1995) ve "Başkan'ın Uçağı" (Airforce One, 1997) gibi kısmen aynı türün klişelerini kullanan iki önemli film daha çekmişti. O yüzdendir ki Petersen'in, kendisini öyle pek de fazla kasmadan, aslı 1972 yılı yapımı olan Ronald Neame imzalı ilk "Poseidon"un -ki o da bir Irwin Allen yapımıydı- çok daha heyecanlı bir yeniden çevrimine imza attığını belirtmemiz gerekiyor. Arşivimde ilk çevrim de bulunduğundan kıyaslamayı sıcağı sıcağına ve çok daha nesnel ölçüler içerisinde yapabilme fırsatı buldum. Daha önce de vurguladığım gibi, 1970'lerin zayıf efekt teknolojileri, o dönemde pek çok yönetmenin hayâllerini kısıtlıyor ve oluşturmak istedikleri görkemi beyazperdeye tam anlamıyla yansıtmalarına engel oluyordu. Oysa ki şimdilerde grafik programlarında sipariş üzerine yapılmayacak olan görüntü yok. Petersen de "Poseidon"un bu tür bölümlerini özel efekt konusunda Hollywood'un en yetkin şirketi sayılan George Lucas'ın "Industrial Light and Magic"ine teslim etmiş ve bu ikinci çevrimde dikkatini daha ziyade gerilim duygusunu artırmaya yoğunlaştırmış. Ancak bütün bu çabadan ortaya çıkan görsel sonucun mutlak bir başarı olduğu da söylenemez doğrusu. Aslına bakarsanız, efektler açısından bile durum böyle. Filmi ön gösteriminde perdeye oldukça yakın bir noktadan izleme fırsatı bulduğumdan (Evet, inanamayacaksınız ama, Warner Bros yetkilileri beni 116 gün sonra bir ön gösterime davet ettiler!) özellikle finaldeki, gemiden kurtulmayı başaran kazadelere ilişkin panoramik görüntülerde grafikerlerin şaşırtıcı bir özensizlik içinde çalıştıklarını fark ettim. Aynı şekilde, su altı çekimlerinde izleyiciye "gemiyi basan dalgaların okyanus suyu olduğu" duygusunu yaşatmaktan bir hayli uzak kalan, aşırı berrak, tank içinde çekildiği belli ıslak sahneler ve "haç şeklinde bir kolyenin kenarıyla havalandırma kapağını çabucak açmak" gibi, atlamalı kurgusuyla söz konusu sahnenin zaman ritmine hiç uymayan kimi bölümler gözlerimi rahatsız etti.
Türün klişelerini özlediyseniz... Ancak buna karşılık "Gerdi mi seni bu film kardeşim" diyorsanız, "Evet, zaman zaman gerdi" diyebilirim. Özellikle de çok sevdiğim oyunculardan Kurt Russell'ın performansına bir kez daha hayran kaldım. Disney'de çocuk yıldız olarak yetişen (ki bende 15 yaşlarında rol aldığı bazı ilk filmleri bile bulunmakta) sonrasında ise büyük ölçüde John Carpenter sayesinde (The Thing, Escape From New York, Escape From LA) aksiyon sinemasının en başarılı oyuncuları arasına katılan bu adamda gerçek bir "yıldız ışığı" var. Öyle ki kendisini ilk yarım saatten sonra duvardan duvara vurup helak ettiği, neredeyse üçte ikisinde yaka bağır dağılmış vaziyette koşturup durduğu bu filmde bile, en az onun kadar ünlü bir oyuncu olan Richard Dreyfuss da dahil, karizmayı hiç kimseye kaptırmamış. Kazazedeler arasında kızını kurtarabilmek için çırpınan bir baba olarak izlediğimiz Russel'ın özellikle sondaki fedakârlık gösterisi tek kelimeyle harikaydı. Adını Antik Yunan'daki "denizler tanrısı"ndan alan dev bir transatlantik ve onun içinde hayatta kalma mücadelesi veren yolcuların dramını, sinemasal anlamda çok da fazla bir şey beklemeksizin, yaklaşık iki saat boyunca gerim gerim gerilerek izlemek sizin için yeterliyse, buyrun o zaman yıllar sonra yepyeni bir felaket filmine daha!
1979 yılı Aralık ayının sonlarıydı sanırım... Ya da 1980'in hemen ilk günleri... Mahallemizdeki plakçı dükkanının önündeki Pioneer kolonlardan yükselen güçlü bir "helikopter" sesi ve ona eşlik eden kimliği meçhul adamın öfkeli haykırışı beni bir anda irkiltti. Bıyıkları yeni yeni terleyen ve kulağı -o dönemin gözde grubu- "Boney M"in kolay tüketilir disco melodilerine alışık bir yeni yetme olarak, sokağımızın kaldırımlarında oturmuş arkadaşlarımla muhabbet ediyordum. Duyduğum ritm karşısında "Ne bu yahu" dedim kendi kendime, "Bu nasıl bir müzik?"
Merak içinde plakçıya koşup sorduğumda, tarzı son derece farklı gelen bu albümün yalnızca bir kaç gün önce piyasaya çıktığını öğrenecektim. O tarihte henüz sözlerini bile anlayamadığım "helikopterli" parçanın adı "Another Brick in the Wall", yani "Duvardaki Bir Tuğla"ydı. Grup adı olarak ise "Pink Floyd" yazıyordu kapakta...
Pink Floyd adının etki alanına yeni yeni girmeye başlayan binlerce çiçeği burnunda hayran gibi, ben de söz konusu adın "Pembe Floyd" anlamına geldiğini düşündüm ilk anda... Acaba kim olaydı bu Pembe Floyd dedikleri zât?
Aynı gün, babamın verdiği harçlıklarla, iki 33'lük plaktan oluşan o beyaz kapaklı, kapağı baştan aşağı "tuğla" desenli "The Wall" albümünü satın aldım ve sabırsızlık içinde eve dönüp pikabımda dinlemeye başladım.
Dinleyiş o dinleyiş...
Dinledim, sonra tekrar tekrar dinledim. Dinledikçe de daha çok sevdim. Bu albümün vahşi kapitalist sistemin kimi kokuşmuş kurumlarına; daha da ötesi, çağdaş toplumlardaki insana yönelik sevgisizliğe, bireyler arası iletişimsizliğe karşı sergilediği o sert, fakat içten tepki, sonradan milyonlarca müziksever gibi benim de hayata bakışımı kökünden biçimlendirecekti.
İlerleyen yıllarda, olabildiğince içselleştirerek, âdeta her bir üyesini kendi kafamda yoğun bir arındırma ritüelinden geçirip "Müslümanlaştırarak" sevdiğim bir gruba dönüştü Pink Floyd... Yıllar geçtikçe diğer bütün albümlerini de teker teker tanıma fırsatı buldum, İngilizce öğrendiğimde, şarkı sözlerine sinen yoğun hümanizmi çok daha iyi kavradım ve gördüm ki İngilizce bilmesem de melodilerde kolaylıkla hissedebildiğim o muhalif duruş, aslında sözlere de fazlasıyla yansımış durumdaydı. Bu arada, Pink Floyd adının da "Pembe Floyd" anlamına gelmediğini, Amerikalı iki ünlü caz sanatçısının ön adlarının bileşiminden (Pink Anderson ve Floyd Council) türetildiğini öğrenecektim.
Böylelikle, Pink Floyd'u oluşturan dört gizemli adam, Roger Waters, David Gilmour, Richard Wright ve Nick Mason, hayatımın en büyük sevinçlerinde, en derin üzüntülerinde, en dayanılmaz yalnızlıklarında, en çözümsüz buhranlarında, vahşi kapitalizm ve onun has kardeşi emperyalizm karşısındaki kararlı duruşlarıyla yıllar yılı yol arkadaşım oldular. Özellikle de babası çürümüş bir hukuk sistemi tarafından elinden erken alınmış biri olarak, tıpkı benim gibi babasını ona en çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde -2. Dünya Savaşı yıllarında ve henüz bir bebekken- kaybeden Waters'un hemen her cümlesi hayat karşısındaki duygularımın bir tür tercümesine dönüştü.
O yüzdendir ki "The Wall"u, ilk duyuşumdan yaklaşık 27 yıl sonra, önceki salı gecesi Kuruçeşme-Arena konser alanında, bilmem kaç yüzüncü kez, ama bu sefer bestecisi Waters'un canlı sesinden dinlerken, oraya birlikte gittiğimiz dostlarımdan biraz daha uzaklarda olmayı tercih ettim. Bu, yalnız başına kalmayı gerektiren, benim için oldukça hüzünlü bir andı çünkü...
İnsan ruhunu kirletip Yaratıcı'ya karşı isyana sürüklemeye fazlasıyla uygun bir doğası olan rock müziğini, bu türün tarihinde belki de ilk kez insana dair değerlerin inatla hatırlatıldığı ayrıksı bir kimliğe kavuşturan protest rock topluluğu Pink Floyd, 1982'den bu yana artık bir bütün olarak yok. Bir yanda, grubun düşünsel lideri Waters'un tek başına yaptığı albümler ve çıktığı turneler, diğer yanda da efsanenin diğer önemli adamı David Gilmour'in iki demirbaş elemanı da yanına alarak yürüttüğü müzik çalışmaları var. Gerçi Gilmour bütün müzik çalışmalarını hâlâ "Pink Floyd" etiketi altında yürütüyor; ancak bunun 1982 öncesi Pink Floyd olup olmadığı son derecede tartışmalı. Tabiî, Gilmour'un da hakkını yememek gerekir. O, Wright ve Mason olmadan yıllardır toplama müzisyenlerle çalan bir Waters'ın da Pink Floyd ruhunu yüzde yüz yansıttığını söylemek zor....
Kısacası, onlar birlikte anlamlıydılar. Ancak, olanlar oldu ve İngiliz orta sınıfından gelen bu dört adamın yolları gün gelip ayrıldı. Orijinal Pink Floyd'u, geride bıraktığımız 24 yılda yalnızca bir tek gerekçe bir araya getirdi ki o da geçen yıl Londra'da düzenlenen "Live 8" konseriydi.
İşte, bu dört adamdan Waters, yani bizlere sözleriyle ve bestesiyle onca güzel şarkıyı armağan eden 62 yaşındaki Cambridgeli kurt, Türkiye'de belki de çeyrek yüzyıllık bir özleme cevap vererek, üç gün önce İstanbul'da çaldı. Aylardır merakla beklenen bir müzik olayıydı bu; üstelik de Waters'ın Müslüman bir ülkede vereceği ilk konser olacaktı.
Bizler de olaya sıkı hazırlanmıştık doğrusu. En az bir ay önceden aldığımız biletlerimizle, bu tarihî ana tanıklık etmek üzere, hayatına Pink Floyd'un gölgesi vurmuş kadim dostlarla daha saatler öncesinde bir araya geldik. Gazetemizin haber müdürü Mustafa Kartoğlu, Haftalık dergisi yazarı (aynı zamanda da eski bir Yeni Şafakçı olan) Ferhat Ünlü, internetin en popüler kültür-sanat sitesi Karakutu'nun genel yayın yönetmeni Mustafa Yüce, gazeteci-televizyoncu kız kardeşim Jale Güven, iş dünyasından sıkı dostlarım Volkan Tuna, Hüseyin Sevim ve Tayfun Tatlıcı...
Büyük adamlar, kendilerine yönelik beklentileri hiç bir zaman boşa çıkartmazlar. Waters da öyle yaptı ve Arena'nın sahnesine çıktığı andan itibaren meydanı dolduran 17.000 kişiye sağlam bir kafa atarak hepimizi iki seksen yere uzattı. "The Wall" albümünden "In the Flesh" ile başlayan programı yine bir "The Wall" parçası olan "Comfortably Numb" ile noktaladı. Arada ise bu, turneye adını veren "The Dark Side of the Moon"un tamamını ve daha nice kült olmuş Pink Floyd parçasını çalarak...
Kesinlikle abartmıyorum; hayatım boyunca tanık olduğum en iyi konser, en muhteşem sanat olaydı. O gece orada solcular, İslâmcılar, ülkücüler, liboşlar, ünlüler, ünsüzler, zenginler, yoksullar, velhasıl her türden Pink severle karşılaştım. Bu sıradışı adam, dünya üzerinde "Hacc ziyareti" hariç başka hiç bir şeyin yapamayacağını yapmayı başarmış ve kendisini sevmek dışında ortak noktası bulunmayan binlerce insanı bir meydanda yan yana toplamayı başarmıştı. Gelmiş geçmiş bütün o birbirinden güzel Pink Floyd parçalarını 30'luk bir delikanlı edâsıyla tek tek, bizleri ağlata ağlata söylemesini bir yana bırakıyorum; yalnızca "Beyrut'tan Ayrılış" (Leaving Beirut) adlı son dönem bestesiyle bile kendisine yüklediğimiz bütün o politik/felsefî anlamları bir kez daha doğruladı Üstat...
Bu parçayı 2003 yılında yazmıştı. 1961 yılında, 17 yaşında tıfıl bir gençken ailesinin külüstür Mercedes'iyle çıktığı Ortadoğu turunda Türkiye'den de geçmiş ve Lübnan'dayken otomobili bozulmuştu. Toz toprak içinde ve yapalnız bir vaziyetteyken kendisini evine buyur eden, varolan tek yatağını ona sunup kendisi yerde yatan ve onunla bir lokma yiyeceğini paylaşan tek bacaklı Müslüman bir Arap adam ile kambur karısının öyküsünü anlatıyordu. Duvara yansıtılan, yaşadığı serüvenin bir tür resimli özeti niteliğindeki çizgi roman kareleri eşliğinde seslendirdiği bu öykünün en sonunda ise Amerikan Başkanı George W. Bush, kendi Başbakan'ı Tony Blair ve dünyayı kana bulayan ne kadar siyasal figür var ise hepsine sırayla saydırarak sordu:
"Merhamet, batı uygarlığı için bu kadar mı uzak bir duygu olmak zorunda? Bizler, yani ABD ve onun uşaklığına soyunan İngiltere, şimdilerde işte bu insanları bombalıyoruz."
Waters'ın çevresini saran geleneksel gizem hâlesi İstanbul ziyaretinde de bozulmadı ve onunla hiç bir basın mensubu bire bir görüşme imkânı bulamadı. Bu tür VIP konuklar ülkemize adım attıklarında "özel röportaj" faslını âdeta doğal bir haklarıymışçasına hiç kimseye bırakmayan CNN-Türk ve NTV bile...
Eğer ki imkânım olsaydı ve iki dakikalığına kendisiyle konuşabilseydim, ona "Bu gece burada senin konserine girmeden önce yakınlardaki camilerde akşam namazını kılan arkadaşlarımız var, sen işte böyle manyak bir adamsın Bay Waters" derdim. Diyemedim, ama eminim ki bunu aslında o da çok iyi biliyor.
Velhasıl, 40. yılına doğru giden ömrümün en güzel gecelerinden biriydi. İstenirse, rock müzikle bile ne denli ulvî işler yapılabileceğini hep birlikte gördük. Bazı insanlar vardır ki, hayatta sergiledikleri tutum ve davranışlarla, onurlu duruşlarıyla, onlar için "Müslüman" kimliğe topu topu bir adım kalmıştır. Küçük bir hamlede evrensel döngüyü tamamlayıp bu dünyadan alnı açık, başı dik ayrılma fırsatını yakalamaları işten bile değildir. İşte Roger Waters da böyle bir ademoğlu...
Alana dönük binlerce watt gücündeki ses sisteminden "The Wall"un o bildik helikopter gürültüsü yayılmaya başladığında, muzip bir ifadeyle elini kulağına götürüp "A, bakın ne başlıyor" tarzı bir hareket yaptı Üstat. O anda, yaşı kırklarda ve daha da ötelerdeki binlerce dinleyici gibi benim de ömrüm gözlerimin önünden hızla gelip geçti. Faşizmin her türüne karşı verilen özgürlük mücadelelerinde artık bir simgeye dönüşmüş olan bu parçanın, bizleri hayata karşı öfkelerimizde ne kadar da çok teselli ettiğini bir kez daha hatırladım.
Yüce Allah'tan bu değerli adama son nefesini vermeden önce hidayet ihsan etmesini diliyorum. O ki bizlere bir ömür boyunca sunduğu onca ulvî güzellikten sonra, kendisi için de böyle bir güzelliğin yolunu rahatlıkla açabilecek düşünsel kapasitede biri çünkü...
Zengin ve soylu bir ailenin tek çocuğu olan Oliver, dünyanın en prestijli okullarından Harvard Hukuk Fakültesi'nde okumakta, bu arada da okulun buz hokeyi takımında oynamaktadır. Ailesinin üzerine titrediği kahramanımız, günlerden bir gün üniversite çevresinde müzik tutkunu genç hippi Jennifer ile tanışır ve onunla duygusal bir yakınlaşma içine girer. İkili bir süre sonra da evlenmeye karar verirler. Ancak dünya, Oliver ve Jennifer'ın aşkı kadar romantik bir yer değildir ve genç adamın kodaman babası çok geçmeden bu ilişkiye karşı tavrını koyar. Jennifer'ın garibanlığı ve ebeveynlerinin sıradan insanlar oluşu, onun bu varlıklı aileye katılmasının önünde ciddi bir engel teşkil etmektedir. Oliver babasıyla sevdiği genç kız için yoğun bir çatışmaya girer, ancak Bay Barret'ın kararı kesindir. "Ya sevgilin, ya da miras! Mutlu ama çulsuz bir çift olarak yaşamak istiyorsanız, o zaman buyrun evlenin!" diyerek olayı kestirip atar. Oliver, bunun üzerine her gerçek erkeğe yakışanı yapacak ve babasına tavır koyarak sevdiği insanla -yaşayacakları bütün maddî ve manevî sıkıntılara göğüs gererek- evlenecektir. Ancak genç çiftin yaşayacakları acılar bunlarla da sınırlı kalmaz. Kahramanımız için asıl ağır erkeklik sınavı, Jenny'nin "kanser" olduğunu öğrendiği gün başlayacaktır. Özünde tipik bir Yeşilçam senaryosundan hiç bir farkı bulunmayan bu beylik öykü, nasıl oldu da sinemada bütün zamanların en unutulmaz sevgi destanına dönüştü? Bunun somut cevapları var hiç kuşkusuz. Her şeyden önce, rol yapmaktan öte rollerini yaşayan iki sempatik oyuncu, sağlam bir senaryo, son derece içten bir anlatım ve artık bir simgeye dönüşmüş olan o unutulmaz melodi... Filmin yürek acıtan öyküsü, kendisini daha ilk açış cümleleriyle ele vermektedir: "Ne anlatılabilir ki artık hayatta olmayan 25 yaşındaki bir kız hakkında? Güzelliği, olağanüstülüğü, Mozart'ı, Bach'ı, Beatles'ı sevmesi. Ve beni..." Günümüzde, birbirlerini seven insanlar arasındaki sınıfsal farkları ve bunun doğurduğu olumsuz sonuçları vurgulayan bütün sinemasal öykülerin atası durumundaki 1970 yapımı bu güzel filmin orijinal adı nedir? Sizlerden ayrıca filmin yönetmenini, (biri erkek kahramanımızın babasının adı olmak üzere) en az üç başrol oyuncusunu ve de öyküye kaynaklık eden romanın yazarını bilmenizi isteyeceğiz. Toplam altı addan oluşan doğru cevapları (adları ve açık adresleriyle birlikte) 28 Haziran 2006 Çarşamba günü saat 23.00'e kadar sinebulmaca@yahoo.com elektronik posta adresine ileten okurlarımız arasından bilgisayarda rasgele tercihle seçilecek olan beş talihli, yönetmen Steven Soderbergh'ın 2000 yapımı polisiye filmi "Trafik"ın (Traffic) birer DVD'sini kazanacaklardır. Hepinize iyi şanslar...
- Filmin Orijinal Adı: Escape From New York (1981)
Yarışmamıza bu hafta yurt çapında toplam 132 katılım gerçekleşti. Bunlardan 121 tanesi sorulan soruların cevaplarını eksiksiz olarak içermekteydi. Bu arada, her zaman olduğu gibi., yanlış cevap veren ya da doğru cevaplarına -bütün uyarılarımıza rağmen- adını, soyadını ve açık adresini yazmayan okurlarımızı ise üzülerek elemek zorunda kaldık.
- BAHADIR HOCALAR / İZMİR
Dikkat: Katılımcılarımıza armağan ettiğimiz DVD'lerin sayısı bu haftadan itibaren 5'e çıkartılmıştır. Talihlilerimizin armağan DVD'leri ("The Day of the Jackal" / Çakal / 1973 / Yönetmen: Fred Zinnemann) adreslerine taahhütlü postayla adreslerine gönderilmiştir. Bütün katılımcılarımıza ilgileri nedeniyle teşekkür ederken, yeni katılımlarınızı beklediğimizi bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Unutmayın ki bu köşenin amacı hem eğlenmek, hem seçkin filmler kazanmak, hem de "sinema tarihini araştırmak ve öğrenmek!"
AÇIKLAMA: Warner Bros-Türkiye A.Ş. yetkilileri sayfa editörümüze dört ay aradan sonra yeniden ön gösterim davetiyesi göndermeye başladığından, bu şirketin filmlerine ilişkin ayrıntılı tanıtımlar da başlamıştır.
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |