Bugünkü Yeni Şafak |
|
|
Tüpraş ihalesinde karşılaşılan OYAK ve KOÇ-Sheel çekişmesi; bunun hemen ardından OYAK Genel Müdürü Çoşkun Ulusoy'un yaptığı açıklama; bu açıklamaya Koç yönetiminden gelen cevap; bu manzaranın seyredenler açısından epeyce "yeni" olduğu muhakkak... Askerlerden daha "askerce" konuşan OYAK Genel Müdürü'nün bugüne kadar yaptığı açıklamalar hiç bu kadar tepki çekmemişti doğrusu... Bize göre hayırlı alâmetlerdir bunlar... Ülke ekonomisinin ve ülke kapitalizminin "sivil" bir açıya yerleşmekte olduğunun belirtileri değil midir bunlar? İşte size bu çerçevede bir de köşe yazısı. Doğrusu, bu tür köşe yazılarla da sık karşılaşmıyoruz. Hürriyet'ten (17 Eylül) Ege Cansen'in "OYAK kapatılmalıdır" başlıklı yazısı. "Oyunun kuralı"nı açıklıyor.
OYAK kapatılmalıdır
YUKARIDAKİ başlık, 1962 yılında yazdığım bir makale denemesine aittir. Cumhuriyet'e yollamıştım; yayımlanmadı. O günlerde (yani 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra) OYAK (Ordu Yardımlaşma Kurumu) kurulmuştu. Bunun üzerine, öyleyse İYAK (İşçi Yardımlaşma Kurumu) ve MEYAK (Memur Yardımlaşma Kurumu) da kurulsun önerileri yapıldı. İYAK ve MEYAK'ın kurulmasına haklı olarak izin verilmedi. OYAK kaldı. Benim OYAK'ın kurulmasına itirazım üç gerekçeye dayanıyordu. Birincisi; OYAK, bilimsel sınıflandırmaya göre bir 'emekli ve yardım sandığı' idi. Halbuki ortada, tamamen aynı amaç ve işlevle kurulmuş 'TC Emekli Sandığı' vardı. Devletin aynı işi yapan iki kuruluşu olması, kaynak israfına ve haksızlıklara yol açacaktı. İkincisi, bu sandığın kuruluş kararnamesinde, OYAK'ın 'sahip-girişimci' (mâlik-müteşebbis) sıfatıyla ticari faaliyette bulunmasına izin veriliyordu. Halbuki kural olarak, 'sandık'ların, üyelerden ve onları istihdam eden işverenden topladıkları primlerle bir 'yatırım fonu' kurmaları ve bu fonu 'portföy' teorisine uygun olarak nemálandırması gerekir. Bu kurama göre sandıklar, hiçbir şirketin sermayesine belli bir yüzdeden (mesela % 10) daha fazla iştirak edemez. Dolayısıyla girişimci ve yönetici ortak olamazlar. Esasen, emekli sandıklarının aktüeryal hesapları 'makul' bir getiri yüzdesine göre yapılır. Emekli fonu yönetiminde düstur, 'en az pişmanlık'tır (minimum regret). Bu amaçla portföy oluşturulurken, kárı maksimize edebilecek 'yüksek risk' modeli uygulanmaz. Onun yerine, zarar ihtimalini minimize eden makul getirili model kullanılır. OYAK'ın özellikle işleyiş tarzına üçüncü itirazım, teknik olmaktan çok sosyaldi. Ben, Silahlı Kuvvetler'in kurumsal kimliğinin ve yönetimde rol alacak emekli veya muvazzaf subayların adının, haklı veya haksız, iş hayatının kaçınılmaz şaibelerine bulaşmasından endişeliydim.
Aradan kırk yıldan fazla geçti. OYAK, üyelerine iyi hizmet verdi. Bundan sonra da vermeye devam edecektir. Bugün bu kurumla ilgili hiç kimse, bir tür 'munzam emeklilik sandığı' olan OYAK kapatılmalı, yani TC Emekli Sandığı ile birleştirilmelidir önerisini kabul etmez. Ancak kendisi 'özel kişi' olmayan OYAK, geçmişte genellikle uyguladığı 'pasif ortak' rolünü terk ederek, 'özelleştirme' ihalelerine atılgan bir girişimci olarak katılmaya başladı. Bu son derece sakıncalı bir yoldur. OYAK'ı yönetenler, bu yeni stratejinin daha kârlı olacağını ve üyelerine daha fazla çıkar sağlayacağını iddia edebilirler. Hatta bu tezlerini kanıtlayabilirler. Ancak bu, 'serbest pazar' ekonomisinin hukuksal ilke ve kurallarına uymaz. Dolayısıyla, ekonominin ve ülkenin bütününe zarar verebilir. Benzeri sakıncalar, TOBB gibi yarı-kamu kuruluşların önderliğinde özelleştirme ihalelerine katılma teşebbüsleri için de geçerlidir. Son Söz: Ekonomide yapısal değişim, zihniyetten başlar.
BİTİRDİĞİ YAZIYA KIYAMAMAKTAN MI?
Şu not Emin Çölaşan'ın 8 Eylül tarihli yazısının sonuna iliştirilmişti: "Emin Çölaşan'ın notu: Tayyip Bey'in 'Bu, demokrasidir' sözü, dün akşam saatlerinde, yani aradan 3.5 gün geçtikten sonra Başbakanlık tarafından yalanlandı. Muhteşem bir hız, muhteşem bir ciddiyet!" " Ne var bunda, bu notun neresi ilginç?" diyorsanız haksınız, çünkü gerçekten buraya kadar bir olağanüstülük yok. (Gerçi yazarın yazısının dibine düştüğü notun başına düştüğü ikinci bir notla okuyacağımız notun kendisine ait olduğunu belirtmesi, az ilginç değil ama neyse!) Ama durun, hikayenin arkasını da dinleyin: Şöyle ki: Çölaşan'ın yazısının dibine düştüğü notta belirttiği husus, dibine not düşülen yazının "anafikri"ni oluşturmaktaydı. Yani Çölaşan o günkü yazısını "dün akşam saatlerinde" Başbakanlık tarafından "yalanlanan" meseleyi merkeze koyarak kaleme almıştı.
Demek ki, Çölaşan söz konusu yazısını "dün akşam saatlerinde" Başbakanlık'tan yapılan açıklamadan önce tamamlamış ve servise ulaştırmıştı. Yani 8 Eylül'de gazetede yayımlanan yazısını kaleme aldığı günün akşam saatlerinde ("dün akşam saatlerinde" denilen saatlerde) yazısının merkezine yerleştirdiği konu "yalanlandığı" halde o istifini bozmamış ve Başbakan'ın "yalanlanan" sözleri ("Bu, demokrasidir") üzerine fikir jimnastiği yapmayı sürdürmüştü! Şimdi düşünelim: Bir yazar bunu niçin yapar? Bir yazar bir gün önce "yalanlanmış", yani tedavülden düşmüş bir "açıklama" üzerine kaleme aldığı bir yazıyı yayımlatmakta niçin bu derece ısrarcı olur? Besbelli değil mi: Çölaşan'ın okurları Başbakan'ın "yalanlanan" açıklaması üzerine yazarlarının geliştirdiği yorumu okuduktan sonra aynı yazının dibine yerleştirilen "not"u okuyup o zamana kadar okudukları yorumun hepten "boş" olduğunu görmeyecek, farketmeyecekler mi zaten? Nedir bunun açıklaması? Yazarın "boş" olan yazıyı yırtıp atıp onun yerine bir ikinci yazıyı yazmak yönünde sergilediği tembellikle mi açıklayacağız bu durumu? Yoksa yazarın ("boş" da düşte) yazıp bitirdiği hiçbir yazıya kıyamamasıyla mı? (Bu arada, Başbakan'ın yaptığı söylenen ve sonra "yalanlanan" açıklamanın "Nasıl oluyor da cezaevindeki biri (Öcalan) hükümete karşı savaşma emri verebiliyor?" sorusuna cevaben yapıldığı iddiasını da hatırlatmayı unutmayalım.) (K.B)
Yorganı kısaltıyor ayaklarını uzatıyorlar! Sonbaharın ilk günleri başladı, geceler de giderek uzuyor. Televizyonların haber bültenleri eskisinden daha kısaymış gibi gelmeye başladığında, bunu önce gecelerin uzamasıyla ilgili bir yanılsama sandım. Sonra malum aylardan eylül, yağışlar başladı, herhalde haberleri sular seller çok fazla işgal edince bültenler çekti, küçüldü diye düşündüm. Hiçbiri değilmiş, meğer kanal yöneticileri haber bültenlerini kısaltmak için aralarında bir prensip anlaşması yapmış ve uygulamaya koymuşlar. Yani haber bültenlerinin boyu gerçekten kısalmış. Günümüz şartlarında ben gereğinden fazla saf (duruma göre saftirik de denebilir) kalıyorum. Kanalların böyle bir konuda anlaşmaya varmış olmalarını dinamik haberciliğe geçiş yolunda atılmış bir adım olarak algılayıp sevindirik olmakta gecikmedim çünkü. Oysa kazın ayağı hiç sandığım gibi değilmiş. Meğer kanallar prime time başlamadan önce haberlerin getirdiği reklam kuşağını tüketmek için haberler üstünde bir nevi törpüleme işlemi yapmakta imişler. Bir yaşıma daha girdim denir ya, hani bu reytingle bozmuş televizyoncu kafası insanın üçer beşer yaşına birden sokacak bu gidişle. Haber bültenleri ayak bağı olduysa vay halimize Televizyonun bir iletişim aracı olduğu gerçeği hızla unutuluyor. Yerine "hap yap para kap" felsefesiyle imal edilmiş reytingmetre cihazları geli-yor. Bu çılgın süreç içinde haber bültenleri bile ayak bağı olarak görül-meye başlandıysa vay halimize... Yarım saat haber bülteni, yarım saat reklam, en az üç saat dizi... Üç saat dizi diyorum ama, aslında en baba dizi de 45 dakika-1 saat süreye sahip, gerisi yine reklam... Çıldırtıncaya kadar reklam... Bizim yayıncılarımız serbest piyasa düzeninden bunu anlıyor: Piyasa için her şey serbest! "Yahu kısalırsa kısalsın; zaten haber diye ne veriyorlardı ki?" demeyiniz. Reklam süresinin haber süresini geçmesine ramak kaldı. Mevzi kaybediyoruz ey halkım, mevzi kaybedi-yoruz. Her şey reklama, reytinge, piyasaya doğru kayıyor, insanlık prime time'dan defediliyor, neredeyse elden de gidiyor! Abartıyor muyum yine? Hayır, hiç de değil! Her gün ellerindeki şablonlarla çılgın gibi dizi üretiyor, bir ekranda olması gereken her şeyi ellerinin tersiyle bir kenara iterek o dizileri televizyon saatlerinin her tarafına tıklım tıkış dolduruyorlar. Hatta o kısalttıkları haber bültenlerinin bile hatırı sayılır dakikalarını o dizilerin tanıtımlarına, cilalamalarına, yağlamalarına ayırıyorlar. Yorganı küçülttükçe küçültüyor, reyting kokan ayaklarını burnumuza uzatıyorlar. Ne olacak peki böyle? Bir ulus günün her kıymetli vaktinde oturup topyekün dizi seyrederken geleceğin Türkiye'sini hangi fikir, hangi idrak, hangi birikim inşa edecek? İkibinlerin ilk onuncu yıl marşı nasıl bir şey olacak, doğrusu çok merak ediyorum. (G.Ö.)
|
|
Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon Sağlık | Arşiv | Bilişim | Dizi |
© ALL RIGHTS RESERVED |