T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
Y A Z A R L A R | 9 ARALIK 2005 CUMA | ||
Sinema ile çeyrek yüzyıllık haşır neşirliğim boyunca, sözkonusu sektörü âdeta bir örümcek ağı gibi sarmış olan "sol blok"un, kendinden olmayanlara karşı sergilediği ayak oyunlarına o kadar sıklıkla tanık oldum ki… Şimdilerde artık bu tür Bizans entrikalarını izlerken acı acı gülmekten başka bir tepki veremez durumdayım. Buna karşılık, tanık olunan açık bir adaletsizlik karşısında "susmak" da -benim inançlarıma göre- böyle bir durumu düpedüz kabullenmek anlamına geliyor. O yüzden, bir süredir yakından izleme fırsatı bulduğum yeni bir alicengiz oyununa ilişkin bazı gözlem ve düşüncelerimi bu sütunlarda sizlerle paylaşarak, hissettiğim yürek acısını biraz olsun hafifletmek istiyorum. "Eurimages (Okunuşu: Örimaj) Sinema Fonu"nu sanırım çoğunuz duymuşsunuzdur. Hollywood'un kültürel hegemonyasıyla baş etmekte güçlük çeken Avrupa ülkelerinin ulusal sinema endüstrilerine maddî ve manevî yönden destek olabilmek amacıyla, 1988 yılında Avrupa Konseyi'nin bir alt çalışma organı olarak faaliyete geçti bu kuruluş. Bir Avrupa Konseyi üyesi olan Türkiye ise Eurimages'in çatısı altına 28 Şubat 1990'da girdi.
Eurimages'te 15 yıl kesintisiz temsilcilik
Oturması keyifli ve nimetleri bol koltuklarda bazı nüfuzlu ağabey ve ablalarımızın neredeyse bir ömür geçirmesi, Türk ulusu olarak kökleşmiş geleneklerimizdendir. Nitekim, bu geleneğimizi Avrupalı bir kuruluş olan Eurimages'a da taşıdık ve üyelik serüvenimizin başladığı 1990'dan 2005'e kadar orada hep aynı kişiyle, sol çevrelerin cansiperâne bir biçimde adı üzerinde ittifak ettikleri Faruk Günaltay ile temsil edildik. Yani, Türkiye'den hangi senaryoların fonun desteğini alıp hangilerinin almayacağına, en azından ilk aşama değerlendirme makamı konumundaki kişi olarak tam onbeş yıl boyunca hep Günaltay karar verdi. Her yıl üyelerinden belli miktarda aidat toplayan Eurimages, havuzda biriken parayı kendisine başvuran belli sayıda projeye geri ödüyor. Türkiye geride kalan 15 yıl içinde fona 10 milyon Euro'dan fazla aidat ödedi; bunun karşılığında ise toplam 53 Türk filmi için 14 milyon Euro destek aldı. 'Karşılaşma', 'Güle Güle', 'Güneşe Yolculuk', 'Hoşçakal Yarın', 'Yazı Tura', 'O da Beni Seviyor', 'Hiçbir Yerde', 'Çamur', 'İnat Hikayeleri' ve 'Büyük Adam Küçük Aşk' destek alan filmler arasında… Destek verilen filmlerin tam listesine bakıldığında, Türkiye'deki insan hakları ihlâllerine, siyasal çalkantılara ve Güneydoğu sorununa ilişkin projelerin Eurimages'ten şaşırtıcı bir kolaylıkla onay aldığı gözleniyor. Tabiî, bu projeler de şimdiye dek tek temsilci durumundaki Günaltay'ın vicdanî süzgecinden geçerek Strasbourg'daki nihai karar makamının önüne ulaştı. Bizler, bir insanın oturduğu koltuktaki yeterliliğini değerlendirirken fanatik solculara benzemeyiz; çünkü onlarda çoğunlukla hiç olmayan farklı bir değer ölçüsüne, "hakkaniyet"e inanırız. O yüzden, Eurimages'da onbeş yıl boyunca kendi küçük derebeyliğini kurmuş olan bu saygıdeğer temsilciyi topyekün suçlamak insanî anlamda yakışık almaz. Elbette ki Günaltay da Türkiye ve Türk kültürüne hizmet anlamında kimi zaman doğru adımlar atmış, görev süresi boyunca gerçekten değerli bazı sinemasal projelerin fondan yararlanmasını sağlamıştır. Ancak, onun ön onayından geçerek Konsey'den nihai onay almış senaryoların istisnasız hepsinin böyle bir desteğe lâyık olduğunu ileri sürmek oldukça zor. Üstelik, kendisinin "milliyetçi-muhafazakâr" tandanslı çevrelerden gelen kimi projelerin önünde nasıl aşılmaz bir barikat kurduğunu da gayet yakından biliyoruz. Son derece güzel bir projeleri direkten dönen Ömer Lütfü Mete-İsmail Güneş ikilisi, bu barikatın önde gelen tanıklarından yalnızca ikisi. Aslına bakarsak, ortada şaşılacak bir durum yok. Onlara karşı sergilenen bu tavır son derece doğal; çünkü böylesine stratejik makamlara gelmiş/getirilmiş bütün "ilericiler" gibi Faruk Günaltay'ın da bir misyonu var ve bu misyonu gücünün yettiğince sürdürmek zorunda. O yüzden, Günaltay gibi görev adamlarına kesinlikle öfke ya da nefret duyguları beslemiyorum. Benimkisi yalnızca bir durum tesbiti…
Kıyameti kopartan atamalar
Şimdi ise gelelim sadede… Faruk Günaltay, geçtiğimiz aylarda -Eurimages üyesi ülkelerin hemen hiçbirinde görülmedik ölçüde uzun süren ve kendisi için âdeta vazgeçilmez bir hakka dönüşen- temsilcilik görevinden Kültür Bakanı Atilla Koç'un emriyle alındı ve yerine çok değerli iki sinema adamı atandı: İhsan Kabil ve Ahmet Boyacıoğlu… Bu ülkenin gerçek sahipleri, ezici bir çoğunlukla iktidara gelseler bile kendilerine sistemin pek çok stratejik mekanizmasında söz sahibi olma hakkı tanınmadığından, itiraf edeyim ki sözünü ettiğim görev değişikliğini ilk duyduğumda çok büyük bir şaşkınlıkla karşıladım. Çünkü Eurimages'daki boş koltuğa, adı da kendisi de oldukça yorulmuş olan Günaltay'ın yerine "muhafazakâr" iktidarımızın eliyle ister istemez yine bir "solcu"nun atanmasını bekliyordum. Ki Bakan Koç, bu aşamada birçokları gibi beni de dumura uğratarak, dünya görüşleri açısından inanılmayacak kadar dengeli bir ikiliyi göreve getirdi. İhsan Kabil, olağanüstü sinema donanımının yanısıra, bu çağdaş sanata daha bir maneviyatçı ve mistik boyuttan bakan bir yazar, eleştirmen ve teorisyen. Onu zaten yüksek düzeyde bir bilgelikle bezeli sinema yazılarından yıllardır pekçoğunuz yakından tanıyorsunuz. Boyacıoğlu'nun ise gelişmeleri endişe içinde izleyen çevrelerde alerji uyandırabilecek türden bir siyasal kimliği dahi yok. Gayet uygar, demokrat, çalışkan ve dahası "sola yakın" bir sinema adamı.
Ancak, sinema sektörümüzün hemen her köşesine çöreklenmiş olan malûm ittifak, Bakan'ın bu ikili atamasından hiç mi hiç hoşlanmadı. İşin içinde "sağa dönük" bir isim olan İhsan Kabil var ya, o yüzden kırk yıllık arkadaşları Ahmet Boyacıoğlu'nu bile Kabil'i harcama uğruna ânında gözden çıkardılar. Ve hiç zaman yitirilmeksizin, gayet organize bir biçimde saldırılara başlandı.
Kabil sinemacı değilse...
Bu ülkede sinemayla ilgilendiğini ve sinema üzerine yazıp çizdiğini ileri süren düzinelerce adam ve kadın, entelektüel donanım ve kariyer olarak İhsan Kabil'in yanında, onun çantasını taşımaya aday birer çırak bile olamaz. Zaten asıl sorun da bu; muhafazakârların böylesine kaliteli bir düşünce adamına sahip olması! Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nden mezun olan Kabil, tıpkı Galatasaray'dan mezun İsmet Özel ve Mehmet Şevket Eygi gibi, kendi okulunun az sayıdaki "üretim hatası"ndan biri. Bu üniversitede tarih üzerine bir yükseklisans tezi hazırladıktan sonra sinema alanında uzmanlaşmak üzere ABD'ye giden yazar, Ohio Eyalet Üniversitesi'nde "Düş, Gerçeklik ve Sinema" başlığıyla -sonraki yıllarda çok ses getirecek olan- ikinci bir tez çalışmasına daha imza attı. Sadık Yalsızuçanlar ve Ayşe Şasa ile birlikte "Rüya Sineması" kavramının da biçimlendiricileri arasında yer alan bu değerli ağabeyimiz, şimdiye kadar birçok ülkede sinema konulu inceleme ve araştırmalar yaptı, bir dizi uluslararası yarışmaya jüri üyesi olarak davet edildi. Kendisi bunun yanısıra, özellikle Asya ülkelerinin az bilinen ulusal sinemalarını Türk sinemaseverlere yakından tanıtabilmek için İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. bünyesinde son on yıl boyunca organizatör olarak birbirinden güzel etkinliklere imza attı. Anadili düzeyinde İngilizce bilen Kabil, sinema alanında yüzlerce basılmış makalenin ve birkaç kitabın da sahibi. Halen Eurimages'daki temsilcilik görevinin yanısıra, İstanbul Cemal Reşit Rey Konser salonunda da Stüdyo Müdürü olarak görev yapıyor. Yani, görsel dünyayla ilişkisi salt teoriyle de sınırlı değil… Öte yandan, bu atamayı Eurimages yetkililerine sorarsanız, konuya onların perspektifinden bakıldığında da herhangi bir sorun yok. Adamlar zaten Türkiye'yi temsilen onbeş yıldır karşılarında hep aynı kişiyi görmekten dolayı şaşkındılar. Diğer bütün olumsuzlukları bir kenara bırakın, Türkiye temsilcisinin salt bu türden bir yıllanmışlığı omuzlarında taşıması bile, her adımlarını seçimle atan ve bütün görevlerde süreliliğe inanan Avrupa Konseyi'nin demokratik işleyiş tarzına temelinden aykırıydı. Şu anda da meşrepleri birbirinden farklı ama sanat adına ortak bir dil kullanan bu iki yeni Türk temsilciyle kısa sürede gayet uyumlu bir ilişki geliştirmiş durumdalar… Planlı tepkiler ardarda geliyor
Hâl böyleyken, Son 3-4 aydır âdeta yazılı olmayan bir anlaşmayla malûm ikiliyi koltuklarından etmek için medyada yapılan laf cambazlıklarını, bu yaşımda yeni bir üniversite daha bitirircesine ibretle izliyorum. Bakıyorsunuz, bunlardan biri köşesinde Günaltay'ın görevden alınmasının haksızlık olduğuna ilişkin bir manifesto döktürmüş, Kabil ve Boyacıoğlu'nu istifaya davet ediyor. Daha o yazının saçtığı öfke soğumadan, hemen ardından bu kez bir başkası aynı konuyu işliyor. Sizin anlayacağınız, kafayı fena hâlde takmış durumdalar bizim ikiliye. Bütün bu yazılıp çizilenlerin elbette ki bir tek hedefi var; o da Bakan Koç'u baskı altına alıp yıldırmak suretiyle yeni temsilcilerin bir an önce alaşağı edilmesi ve yerine yine Günaltay'ın; o olmasa bile en azından "aileden biri"nin gelmesi. Tabiî, bütün bu yıpratma sürecinde, Kabil ve Boyacıoğlu'nun sahip oldukları mesleki liyâkatın, sözkonusu eleştirileri üreten odaklar açısından bir toz tanesi kadar bile önemi yok. Biri oyunbozan bir muhafazakâr, diğeri de onunla iyi anlaşan uygar bir solcu ya, bu büyük günah ikisinin birarada harcanmaları için yeter de artar bile! Aslında şaşıracak fazla bir durum yok. Bu kesim zaten hep böyleydi ve şimdi de böyle... Ya onlarla birlikte olursunuz ya da karşılarında! İkisinin ortasını kabul etmez ve kendileri gibi düşünmeyenlerle diyalog kurmayı asla denemezler. Denerlerse de bu yalnızca "dönüştürmek" içindir. Onlardan olmamakta ısrar ederseniz sizi direkt olarak harcarlar. Tamam, herkes kendi dâvâsı adına elinden geleni yapsın yapmasına da, insanî duyarlılıklarımız itibarıyla bize böylesine yakın olan bir iktidarda bile hâlâ bu denli cüretkâr olabilmeleri kanıma dokunuyor açıkçası. Ve üstelik, ana hatlarıyla tanımlamaya çalıştığım bu agresif solcu modelinden öylesine çok var ki kamu kurumlarında… Böylesine takıntılı insanları sistemden teker teker kazımadıkça Türkiye'ye asla iç barış ve huzur gelmeyecek. "Bütün eksiklik ve aksaklıklarına rağmen yine de camiamıza özgü duyarlılıkları anlatma kaygısındaki sanat eserlerine ve onları üreten sanatçılara yeterince sahip çıkmazsak, dayanışma gerektiren kimi hassas dönemlerde profesyonelce organize olamazsak, bizleri bu karanlık âlemde ham yapanlar çok olur" mesajını veren bir yazı yazdım diye son iki haftadır kıyameti kopartanlar; beni bilerek hoşgörülü davrandığım bir film nedeniyle "sinemadan anlamayan kara cahil" olmakla suçlayanlar, Eurimages olayından hareketle şapkalarını önlerine koyup bu dediklerimi bir kere daha düşünsünler.
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Dizi | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |