T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
YÖK'e hayır, '128'lere evet!

12 Eylül ihtilal rejiminin tasarrufuyla vücut bulan ve o günden bu yana pek çok sorunun odağı olan YÖK, nihayet tartışılıyor. İlköğretimden yüksek öğretime kadar topyekun bir sorunlar yumağı olan eğitim sisteminin çağın gereklerine uygun olarak yeniden yapılandırılmasının karşısında, çıkarları bozulacağı için sür git devam etmesini istedikleri mevcut sistemin yanında olanlar, "kale" belledikleri Cumhuriyetin, laikliğin ve Atatürk ilkelerinin ardına bir kez daha sığınsalar da, Türkiye'deki yüksek öğrenim kurumlarının gerçek birer bilim kurumu olabilmesi için bu tartışmaların yapılması, sağlıklı bir sonuca ulaşılması ve bir an evvel uygulanması gerekiyor.

Mutlaka ve acilen gerçekleştirilmesi gereken çok önemli bir diğer husus da, "eğitimde eşitlik" meselesi. Başları örtülü olduğu için eğitim hakları ellerinden alınan öğrencilerin haklarının teslimi ve piyasa mantığı / tüccar kafasıyla hareket eden paralı / özel üniversitelerle devlet üniversiteleri arasında giderek açılan "kalite" makasının dengeye oturtulması gerekiyor. Hem de hemen!

Fakülte binamız bir otoparktı ama...

Marmara Üniversitesi, İletişim Fakültesi'ni kazanıp da, Dolapdere sokaklarının birindeki katlı otoparktan bozma bir fakülte binasıyla karşılaşınca, kelimenin tam anlamıyla "dumur"a uğramıştım. Hayalimdeki üniversite değildi bu. Anfi olarak kullanılan büyük, karanlık ve basık sınıflarda ders işler, değil anlatılanı anlamak, hocanın sesini duyabilmek için bile çaba sarfetmek gerekirdi. Gazetecilik, Radyo-Televizyon ve Halkla İlişkiler bölümlerinin öğrencileri olarak ortak dersler aldığımız ilk yıl, sınıf o kadar kalabalık olurdu ki, oturacak yer bulamayıp ayakta kalan bile olurdu. Fakülte binasının bir bahçesi yoktu; ders aralarında sokağa yayılır, ya komşu binaların kapı önlerine ya da paralel sokakları birbirine bağlayan merdivenlere otururduk. Fena halde dumanaltı küçücük kantin, sağcı ve solcu öğrencilerin muharebe alanı olduğundan, dört bacağı da sağlam bir tek sandalye ve masa olmazdı. Orada eğleşemezdik.

Dört yılın iki yılını geçirdiğimiz okulun fiziki şartları ne kadar olumsuz olursa olsun, devlet üniversitelerinin özellikle bugünkü durumuna bakıldığında, verilen eğitim özel üniversite ayarındaydı. O gün için de anlamını yitirmiş bazı gereksiz dersler de dahil, yıl boyunca 25'e yakın ders alır, her bir dersi "en azından" doçent düzeyindeki hocalardan dinlerdik. Devlet üniversiteleri sayısının henüz 28 olduğu, özel üniversitelerin yeni yeni kurulduğu bir dönemdi. Bini aşkın toplam öğrencisi olan fakülte mevcuduna şöyle bir bakıldığında bile, Türkiye'nin dört bir tarafından, toplumun her kesiminden, her gelir grubundan gençlerin orada toplanmış olduğu kolayca görülürdü. Üniversite sınavında kendilerinden bekleneni yerine getirmiş ve gerekli puan barajını geçerek öğrenim görmeye hak kazanmış olan öğrencilerin birarada olduğu ve aynı şartlarda, aynı eğitimi aldığı "adil" bir dönemdi yani. Köyünden çıkıp gelenlerle, "seçkin" kesimlerin "ayrıcalıklı" çocuklarının eşitlendiği bir eşikti devlet üniversiteleri.

128'lere ne olacak?

Üzerinden fazla bir zaman geçmemiş olmasına rağmen, bugün aynı üniversitede okuyan öğrenciler, hemen hemen benzer fiziki şartlarda ve üstelik de, bütün bir yol boyunca baştan savma bir şekilde verilen 10-15 dersi ancak alabiliyorlar. Azalan sadece ders sayısı değil, öğretim kalitesinde de ciddi bir düşüş yaşanıyor. Aralarında hâlâ ve mutlaka çok değerli hocalar vardır ama, o yıllarda dersimize giren, bu işin duayeni pek çok hoca, devlet politikasının ve üniversite yönetiminin bezdirici uygulamaları yüzünden şimdi, devlet üniversitelerinde aynı bölümü okuyanlardan farklı olarak, (burslular hariç) az puan-çok parayla girilen özel üniversitelerde, belli bir ekonomik düzeyi yakalamış ailelerin çocuklarına ders anlatıyor.

Bir memur çocuğu olarak parasız devlet yatılı okullarında okuyup profesör olmuş, birbirinden değerli eserler vermiş çok sevgili bir hocam, bir gün derste, asla unutmadığım bir şey anlatmıştı. Yeni kurulan özel üniversitelerden peşpeşe gelen teklifleri reddediyor, devlet üniversitesinde kalabilmek, birikimini o kalabalık sınıflardaki "halk çocuklarına" aktarabilmek için direniyordu. Anlattığı şuydu: Bir gün önce, kendi alanında yapılmış yabancı bir çalışmayı alabilmek için kütüphanesinden "çuval dolusu" kitabını indirmiş ve sahaflara götürüp satmıştı. Gözleri doldu anlatırken. Benim boğazım düğümlenmişti. Altı çocuğunu da büyük bir özveriyle devlet üniversitelerinde okutmuş, bugün bu ülkeye bir savcı, bir avukat, üç öğretmen ve bir gazeteci kazandırmış bir ailenin çocuğu olarak onu anlamış, tercihini minnet ve saygıyla karşılamıştım. Hocam, bir süre daha orada kalabilmek için mücadele etti ama, şimdi o da özel bir üniversitede; "128"lerden vazgeçti, "fazla babalarıyla dondurma yiyen çocukları" okutuyor.

Hayır; ne servet düşmanıyım, ne de parasız eğitim olanaklarının bu ülke için alabildiğine daraldığından bîhaberim. Sadece, ekonomik eşitsizliğin, kılık kıyafet zorbalığıyla birlikte, eğitimde eşitliğin önündeki en büyük engel olduğunu düşünüyorum. Şair "aldırma 128" dese de, aldırıyor ve yapılan tartışmalara bunların da dahil edilmesini, "halk" çocuklarından vazgeçilmemesini istiyorum. Hepsi bu.


11 Ocak 2003
Cumartesi
 
FADİME ÖZKAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED