|
|
Irak'a yönelik saldırı ve işgal harekâtının temel gerekçesi, "Irak'ın elinde olduğu ve gizlediği" varsayılan, başta kimyasal silahlar olmak üzere "kitle imha silahları" değil miydi? İşte savaş neredeyse bitti, sözü edilen silahlar meydanda yok. Ne savaşı destekleyen ne de karşı çıkan gazeteciler kurcalıyor bunu. Bu kadar meraksızlık gazetecilik mesleğiyle bağdaşır mı?
Dünden Bugüne Tercüman yazarı Cengiz Çandar, "Canım Bağdat'ta olmak istiyor" başlıklı yazısının (10 Nisan) bir yerinde aynen şöyle diyor: "Bu görüntülerden (Bağdat'ta 9 Nisan'da gerçekleştirilen sevinç gösterileri hatırlatılıyor –Kronik Medya) Türk toplumunun uzun süre haberi olmadı. Türk televizyon kanallarından hiçbiri gelişmelerin önemini kavrayamadı. Savaşın öncesinden ve başlangıcından itibaren bu savaşın esas olarak, yanıbaşımızdaki gaddar 'polis rejimi'ni yıkmak olduğu bir türlü kavranamamış olduğu ve yıllarca Irak halkının Saddam'ın arkasında olduğu yalanıyla şartlandırılmış bir kamuoyu oluşturulduğu için, Türk habercileri, 'Bağdat'taki duruma' çabucak adapte olamadılar." Öyle mi hakikaten? "Savaşın öncesinden ve başlangıcından itibaren bu savaşın hedefi esas olarak, yanıbaşımızdaki gaddar 'polis rejimi'ni yıkmak" mıydı? Savaşı başlatan güçler amaçlarını bize böyle mi anlatmıştı? Öyle olsaydı, mesela Çandar'ın gazetesinde yazan ve "Dünyanın herhangi bir yerinde süren insanlık dışı muameleye 'iç ilişkilerine karışmama' ilkesinin yüzü suyu hürmetine seyirci kalınamayacağını; zulme 'dur' demek için askeri müdahale dahil her yolun denenebileceğini" kabul eden Gülay Göktürk, baştan beri çok farklı bir tartışma yürütmez miydi? Gene aynı gazeteden, "Hiç değilse teorik olarak, bazı şartlar altında 'özgürleştirici' (yani, baskıcı bir rejimden kurtarma amacı güden) bir savaş mümkündür" diyen Mustafa Erdoğan'ın da bambaşka bir tartışma yürütmesi beklenmez miydi? Fakat hepimiz biliyoruz ki, iki yazar da başlangıcından bu yana Amerikan-İngiliz harekâtını "haksız bir savaş" olarak niteliyor. Neden? Çünkü gene hepimiz biliyoruz ki, savaşın nedeni olarak bize söylenen şey Çandar'ın şimdi yazdıkları değildi. Bu güçler Irak'a, rejimin elinde olduğunu öne sürdükleri, başta "kimyasal"lar olmak üzere "kitle imha silahları"nı yok etmek, "Irak'ı silahsızlandırmak" için gitmişti. Çandar gibi yazarların, pozisyonları icabı "bu savaşın asıl hedefi"ni gizlemeleri, meseleyi kurcalamamaları, zihinlerde oluşacak soruları ertelemeye çalışmaları bir ölçüde anlaşılabilir… Fakat savaşın açıklanan nedenlerinden yola çıkıp bu savaşın "haksız" olduğunu ilan eden gazetecilerin, yazarların sessizliğini nasıl açıklayacağız? Savaşın başlamasından önce "Birleşmiş Milletler denetçileri kimyasal silah bulamadı, varsa bile bunları bulup imha etmeye yönelik BM süreci işliyor, bu bahanedir" diye gürleyen kalemler şimdi nasıl bu kadar sessiz kalabiliyor? Bu kadar meraksızlıkla gazetecilik bir arada yürüyebilir mi?
KURCALAYANLAR VAR
Oysa ABD'nin de dahil olduğu bir kısım ülkenin gazetecileri meseleyi sıkı bir şekilde kurcalamaya başladılar bile… Örneğin Amerikan iş çevrelerinin (yani savaştan en fazla yarar sağlayacağı varsayılan kesimlerin) gazetesi gazetesi Wall Street Journal'da yer alan bir makalede (10 Nisan), "Irak'ta kimyasal silahların bulunamaması durumunda, savaşın nedenine ilişkin dünya kamuoyunda oluşan şüphelerin daha da güçleneceği" belirtildi. İspanyol gazetesi El Pais de BM Silah Denetçileri Başkanı Hans Blix'le konuşarak kurcalamış konuyu… Blix, "Amerikan-İngiliz güçlerinin kimyasal silah bulup bulamayacaklarını çok merak ettiğini" belirtmiş ve birkaç kez verilen yanlış alarmlar sonucunda hiçbir şey bulunamadığını hatırlatmış. Alman Stern dergisi de konuya el atmış… Dergi, şimdiye kadar "kimyasal silahların nasıl üretileceği"ni konu alan bir kitabın dışında hiçbir şeyin bulunamadığını yazıyor; o da "şeriatçı" El Ensar kampında bulunmuş zaten… Ve El Baradey'in sözleri… Irak'taki "gizli" nükleer silahları ortaya çıkarmakla görevli ekibin başındaki Atom Enerjisi Başkanı, "Bundan sonra bulunacak her şeye şüpheyle yaklaşmak gerektiğini ve bulunduğu öne sürülecek her şeyin mutlaka BM uzmanlarının incelemesinden geçirilmesi gerektiğini" belirtiyor… Görüldüğü gibi öyle unutulacak, gazeteci meraksızlığına kurban verilecek bir mesele değil bu… Bu hamur daha çok su götürür… (A.G.)
Avni Özgürel'den tartışmaya 'can verici' sorular...
Avni Özgürel'in 10 Nisan tarihli Radikal'de yer alan "Devletle ABD arasında AKP" başlıklı yazısı, başlığından itibaren önemli tespitlerle dolu. İsterseniz yazının "anafikri"ni pek güzel özetleyen şu spotu da aktarıp söze öyle başlayalım: "Hükümetin, 'yanlış politikalar'la tezkereyi geçirmediği, ABD'yle 50 yıllık ilişkide sorun yarattığı iddiaları pek doğru değil. Şu daha doğru: Gelinen nokta, devletin temel siyasetinin bir sonucu". Bunlar doğrusu güzel tespitler. Meseleye bu açıdan bakmayı deneyen yazarların sayısı gerçekten çok azdı. (Şimdi bir "yabancılaştırma" efekti uygulayarak -ne yapalım, bizim de canımız sıkılıyor!- şunu da söyleyebiliriz: Yeni Şafak'tan Kürşat Bumin'in hiç değilse bir iki yazısında da benzer tespitler yapılmıştı!) Özgürel'in bu tespitleri önemli, çünkü dikkat ederseniz Bağdat'ın "düşmesine" rağmen pek çok köşeden hükümete (daha doğrusu AKP hükümetlerine) yönelik benzer eleştiriler devam ediyor. Yani özetin özeti şu eleştiriler: AKP hükümetleri Irak savaşıyla ilgili olarak ABD ile sürdürdüğü görüşmelerin altından kalkamadı ve bir çuval inciri berbat ederek ülkeyi bir "üçüncü dünya ülkesi" haline soktu! (Yeri gelmişken: Bu "üçüncü dünya ülkesi" ifadesi de artık fazlasıyla eskimedi mi? Dünyada artık kendilerini "üçüncü" olarak niteleyen ülkeler mi kaldı? Artık ortada bir "birinci dünya ülkesi" olarak ABD, bir de buna ilaveten geri kalanların içine girdiği "ikinci dünya ülkeleri" kalmadı mı?!) Özgürel şöyle diyor: "AKP'nin dış politika alanında en fazla iddialı olduğu, hatta kısmen hazırlıklı göründüğü Kıbrıs konusunda bile tek taşı yerinden oynatamamışken, zihnini hiç yormadığı Irak meselesinde belirleyici olduğunu kabullenip ona yüklenmek haksızlık." Çok doğru... Ancak tabii ki, her işin sonunda, o iş nasıl gelişmiş olursa olsun son kertede sorumluluğun "Hükümetler"in sırtında olduğunu unutmadan... Özgürel açık konuşuyor: "Lafı gevelemenin manası yok: Muhtemelen gerçek, 'malum tezkere'nin TBMM'den geçmemesi dahil, olan biten her şeyin sadece ve sadece 'devlet çekirdeğinin' tercihi olduğudur. AKP hükümetinin ABD'ye 'oyun bozanlık' ettiğine inanmak için sebep yok." Gerçekten öyle... Özgürel'in yorumuna katılmamak için de ortada hiçbir sebep yok... Devam edelim: "Devlet dediğimiz asker-sivil bürokratik çekirdek, tezkereye hayati önem atfetmiş olsa, en kötü ihtimalle CHP'yle ilişki kurarak oylama sonucunun garantiye alınmasını sağlayacak telkinde bulunmaz mıydı?" İsterseniz bu yorumu, MGK'dan "tezkere" lehine çıka çıka büyük bir "sessizlik" çıkmasını da hatırlayarak bir kez daha değerlendirin.. Özgürel: "Kanımca bunlar, gerçekte Türkiye Cumhuriyeti devletinin hem ABD'nin önünü açmak istemediğinin, hem de ortaya çıkan duruma 'fatura adresi' olarak AKP'yi göstermeyi uygun bulduğunun işaretleri." Ne dersiniz, Özgürel'in bu yorumu dünyayı daha berrak görmemize epeyce yardım etmiyor mu? Madem öyle, bu çerçeveden, Bağdat'ın "düşüşü"nden sonra kalemleri daha bir kıvraklaşan yazarlara yönelik bir de öneri çıkartalım: Eleştirileriniz niçin sadece AKP'ye yönelik; biraz da "çekirdek"le meşgul olsanıza!... (K.B.)
Enteresan, çok enteresan!...
Bu sayfada dün, Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün aynı tarihli yazısının şu ilk cümlelerinden hareketle yazılmış bir değerlendirme yer alıyordu: "Geriye baktığım zaman, Kutlu Savaş'ın 'Susurluk Raporu'na giren o cümleyi yeniden tartışmamız gerektiğine inanıyorum. Bir ülkenin savunma refleksini ve felsefesini yansıtan o küçük cümle şöyleydi: 'Devletin ağzı süt kokmaz...' " Okuyanlar hatırlayacaktır; biz de Özkök'ün bu münasebetsiz lafa derin hikmetler atfetmesinden hareketle aklımıza geleni söylemiştik! Ancak bakın dün öğle saatlerinde ne oldu? Bir dostumuz, Kutlu Savaş'ın kaleme aldığı "Susurluk Raporu"nda böyle bir "özdeyiş"in yer almadığını, Kutlu Savaş'ın kendisine yaptığı açıklamadan naklen bize duyurdu... Dostumuzun naklettiğine göre, raporunda böyle bir ifade kullandığını hatırlamayan Savaş, ne olur ne olmaz diye rapora bir kez daha göz atmış ama sonuç "maalesef" yine olumsuz... Bu arada biz de boş durmadık; zamanında Radikal'in ek olarak verdiği "Kutlu Savaş'ın Susurluk Raporu"na Ankara İlitişim Fakültesi'nin internet üzerinden sunduğu bir hizmet sayesinde ulaşıp hızla göz attığımızda, "Devletin ağzı süt kokmaz" lafıyla biz de karşılaşmadık... Ekrandan okumanın getirdiği zorluk yüzünden atladıysak bilemiyoruz... Ama unutmayın ki, bu dehşetengiz "özdeyişi" herkesten önce "Rapor"un yazarı hatırlamıyor... Şimdi sorabiliriz: Özkök'ün "mealen" filan diyerek değil, basbayağı "o cümle şöyleydi:" diyerek kelimesi kelimesine "aktardığı" bu laf, söylendiği gibi Kutlu Savaş'ın Susurluk Raporu'ndan çıkmadıysa nereden çıktı, niçin çıktı? Hürriyet yazarının bu derece yanılmasına neden olan neden ne acaba? Ne diyordu Özkök; "o cümleyi yeniden tartışmamız gerektiğine inanıyorum." Sanırız artık inanmıyordur, çünkü anlaşılan o ki böyle bir "cümle" yok! Yok eğer bu konuda çok ısrarlıysa, kendi başına pekâla tartışabilir.... Enteresan, gerçekten çoook enteresan bir hikaye... (K.B.) 'İliştirilen' Milliyet övünüyor…
"MİLLİYET CEPHEDE… YİNE EN ÖNDE… Ümit Bektaş, ABD birliklerinin içine alınan ilk ve tek Türk foto muhabiri oldu. Yüksek teknolojiyle donatılmış Demir At birliklerine embedded (iliştirilmiş) gazeteci olarak kabul edilen Bektaş, Kuveyt üzerinden Irak'a girdi. Bektaş, izlenimlerini haber ve fotoğrafla Milliyet okurlarına aktaracak…" Söylemeye gerek yok herhalde: "Embed" edicilerin müsaade ettiği ölçüde… (A.G.)
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |