AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
||
|
|
Modernleşmenin, geleneğe, aidiyete,mensubiyete savaş açan ve onu yok sayan bütün kurumlarını ve kurallarını hayatımızdan süpürmek zorundayız, yoksa modernleşme bizi değil ama ruhumuzu bu topraklardan süpürüp gidecektir.
Modernleşmenin, hissiyatı olan, hassasiyeti olan insanlar ve topluluklar üzerinde yaptığı tahribat her geçen daha da artmakta. Öyle ki gözü kapalı/ körü körüne saplandığımız modernleşme batağı neredeyse bütün bedeni sarmış, içeriye tevarüs etme cihetine de yol almış gözüküyor. Esas itibariyle modernleşme, insanı asli melekelerinden uzaklaştırıyor, yabancılaştırıyor, fıtrata muhalif bir kimlik kazandırıyor. Betonlaşma, robotlaşma, bunun bir göstergesi değil midir? İnsan önce geldiği yeri unutacak; toprakla olan irtibatı kesilecek; yüzü soğuk, ruhsuz ve köksüz binalara sığınmak (!) zorunda bırakılacak. Önümüz arkamız, sağımız ve solumuz metal yığınlarından görünmez bir hal alacak; sohbet etmek, insanlarla hemhal olmak, diğergâmlık unutulacak, neredeyse kendimize dönüp bakabilme şansını dahi kaybedeceğiz. vs. kaybolan pek çok değeri burada sıralamak mümkün. Ama bunlar şu an ki sonucu değiştirmeyecek. Burada bizim öncelikle yapmamız gereken ilk işin yangının farkında olmak olacağıdır. Eğer bünyeyi saran yangının farkında olabilirsek, tedbir alma ve çözüm bulma yolumuz biraz daha kolaylaşacaktır. Meseleyi somutlaştırması ve bizim modernleşme algımızın nerelere ve nasıl dayandığını tesbit açısından küçük ama çarpıcı bir misali anlatmak yerinde olacaktır: Ahmet Hamdi Tanpınar bir dersinde Türkiye'deki değişme ve devrimleri anlatırken bir terzi fıkrasını anlatıyor: 'Adamın biri çok sevdiği elbisesinin lekelenmesi üzerine terziye gitmiş ve bunun aynısını yap, demiş. Terzi birkaç gün sonra elbiseyi aynen hazır etmiş, ama bütün lekeleriyle de beraber.' Tanpınar arkasından eklemiş 'Biz, Batı'yı böyle aynen, bütün lekeleriyle aldık.'(Orhan Okay-Bir Başka İstanbul-Kubbealtı Neşriyat- s. 230) Bizim modernleşmeden/ batılılaşmadan anladığımız bundan farklı bir şey olmasa gerek. İşin belki de en tehlikeli tarafı iyi niyetli başlayan değişimin, bir süre sonra ahlaki boyutta da sarsıcı etki bırakmasıdır. Öyle ki kadim bir geçmişin mirasçısı olarak bizlerin Osmanlı- İslam medeniyetinden geriye kalan ne var ne yok haraç-mezat satılığa çıkarmamız misali, pek çok değer de bu süreçte yitip gitmekte.. Maalesef Müslümanlar bu sürecin etkeni olacakları yerde edilgeni durumuna düşmüşler, her geçen gün yeni mevzilerini terk etmek zorunda kalmışlar ve mevzilerle beraber/ mevzuları da kaybetmişlerdir. Artık meselelerin hakikatini tartışmak yerine, magazin boyutuna ağırlık vermiş; asra söyleyeceğimiz sözümüz var iken, ìötekiî nin söyledikleri tekrar etme ya da dipnotları olmayı tercih etmişiz. İstiklal şairi Mehmet Akif bakın ne diyor:
Bugün yaşanan pek çok gelişmenin arkasında inanmakla ve inandığını yaşamakla sorumlu pek çok insanın, inandıkları değerlerin arkasında duramadıkları ve önce değerlerin, kavramların içinin boşaltılarak, sonrasında terk edilerek, hakikate ve hikmete ram olmuş mevzilerin birer birer terk edildiğini görmekteyiz. İşte modernleşmenin, geleneğe, aidiyete, mensubiyete savaş açan ve onu yok sayan bütün kurumlarını ve kurallarını hayatımızdan süpürmek zorundayız, yoksa modernleşme bizi değil ama ruhumuzu bu topraklardan süpürüp gidecektir. Evet son tahlilde diyebiliriz ki, gelenek, bir aidiyet duygusunu, mensubiyet duygusunu temsil eder, kişiye geldiği yeri hatırlatır ki gideceği yeri bilsin. Gelenekten koparak, modernleşme kaygısına düşenlerin tarihte ne hazin sonda olduklarını görüyoruz. Unutmayalım ki ancak geleneği ihya edebilenler, geleceklerini inşa edeceklerdir. Bir başka açıdan Matrix Bu film, yazan ve yöneten Larry ve Andy Waçovksi kardeşlerin dehasının delili gibiydi. İlk bölümünde kırdığı gişe rekorlarından sonra ikincisi, sonraysa üçüncüsü gösterime giriyordu. Eşsiz bir zekanın ürünü olarak sunulan bu kurmaca, gerçekte dünyaca ünlü eski hikayelerin ustaca bir öykünmesinden başka bir şey değildi. Bir de 'Matrix ve Felsefe' kitabı vardı. Daha sonraları Türkçeye de çevrilen bu kitap felsefe bilimine farklı bir açılım getirme konusunda iddialıydı. Adı üstünde Matrix felsefesi', 'Şu anda bu satırları okumuyor olabilirsiniz. Hatta etrafınızdaki hemen her şey kurgu olabilir.' Evet, filmde insan bilincini allak bullak eden bu tartışma ilk bu filmle gündeme geldi yada düşünüldü sanılıyorsa da bu evrenin en eski tartışmasının, popüler kültür diliyle yeniden gündeme gelmesinden başka bir şey değildir. 'Bu bifteğin var olmadığını biliyorum. Ağzıma götürdüğüm zaman Matrix'in beynime onun sulu ve lezzetli olduğunu söylediğini biliyorum. Dokuz yıl sonra neyi fark ettim biliyor musun? Cehalet mutluluktur!' Yani gerçekliğin yoksunluklarıyla mahrum yaşamaktansa yalancı hayatın zevkini çıkaralım. Aristotales, filmdeki Cyper gibi sahteliği kabullenerek onunla yaşamaya çalışanları suçlu bulmaktadır. Platon anlatısındaki ëgerçeklik mağarasındaní kurtulan mahkumlar gibi Neo, gerçek dünyayı gören biri olarak geride kalanları kurtarmak için mücadele eder. Çünkü onlar mücadeleyi göze alamayan zayıflardır. Öğrenmemeye direnmek ve karşı konulmaz öğretiye ihanet etmek ise 'cehalet mutluluktur' sözüyle savunulur. John Stuart Mill yaşasaydı bu sözü sarf edenleri ëahlak dışı olmaklaí itham ederdi. Çünkü bu savı öne sürenler Mill'e göre, felsefedeki hedonizmin (kendi başına değerli olan tek şey haz duygusudur) batağına düşmüştür. Sokrates, kahinle konuştuktan sonra bilgeliğin cehaletin farkına varmakla elde edilebileceğinin farkına varır. Apollon'un nefesiyle kurabiyelerin kokusunu duyar. Delphi'de bulunan 'hiçbir şeyde aşırıya kaçma' sözünden hareketle filmde Kahin Neo'ya, hazırladığı kurabiyelerin sadece birini sunar. Filmde kahinin mutfak kapısı üstünde yazılı bulunan ëkendini bilí yazısı ise Apollon tapınağında var olan bir yazıttan alıntılanmıştır. Mitolojideki Apollon'un nefesi olduğu var sayılan üç ayaklı sandalye misali Oracle'de sandalye üzerinde oturarak kehanet yapar. Bilgisayar sistemi içerisinde programlanmış sayısız varlık ve onların katrilyonlarca değişkene bağlı hayatları bu filmin yapı taşlarıdır. Gene bu filmde tek insanın Ajan Simith olması 'insanoğlunun teknolojinin gücü karşısında sıfıra indirgenmesi olarak mı anlaşılmalı' sorusunu doğuruyor. Bu filmde sürekli sorgulanan en ön kavram, ruhani bilimlerin açıklamakta güçlük çektikleri ëkaderí kavramıdır. Zaten baba Morpheus'un Neo'yu sorguladığı ilk şey de inancıydı. Sorgulanıyordu çünkü Neo kaderi inkar ediyor, gerekçe olarak da kontrolün başkalarında olmasından duyduğu rahatsızlığı dile getiriyordu. Aslında bu filmde bir Neo çelişkisi olarak altı çizilmesi gereken bir konuydu. Çünkü Neo hem inkar ediyor hem de sürekli olarak kaderin çizdiği çizgiyi korumaya çalışıyordu. Neo ve İsa ya da Matrix ve teslis
Kahin yani Oracle, Yunan mitolojisindekileri andıran ve kaderden söz eden farklı bir karakterdir. Neo'nun yeniden dirilişi ise İslam dini de dahil ilahi dinlerin kutsal kaynaklarında sözü edilen son kurtarıcıdan izler taşıyorsa da İslam kaynaklarından herhangi bir iz bulunmaması dikkat çekici. Burada dünyada var olan ilahi kaynaklardan Budizm gibi ilahi olmayan inançlara varana kadar geniş bir yelpazeden ve efsanelerden yararlanılarak farklı bir sentez yapılsa da ana kaynak İncilídir. Neo ingilizcedeki bir rakamının tersi. Yunanca karşılığı ise 'yeni'. Aslında Neo, Hıristiyanların kutsal kaynaklarında son kurtarıcı olarak geçen 'Mesih'in farklı adla tanımından ibarettir bir karakter yada Mesihíin ta kendisi. Ölümü ve dirilişi esnasında Neo, her şeyiyle ışığa dönüşür. Zaten filmin ilk bölümünde bir genç Neo'ya: "sen benim kişisel H.z İsa'msın" diyerek bu kanıyı doğrular. Filmdeki ismiyse gene İncilíde bildirilen 'kuşkucu Thomas' yani İsa'nın havarisidir. Neo'nun yazgısı da gene H.z İsa'nınki gibidir. İhanet eden havari olarak karşımıza çıkan ise filmdeki adıyla Chipher'dir. Bu ismin İncil'deki şeytan tanımıyla benzeşmesi de dikkat çekici ayrı bir benzerliktir. İncil'de şeytan Lucifer adıyla geçer. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ama son olarak Filmin üç şahıs etrafında halkalanması Hıristiyanlığın teslis inancının vurgulanmasından başka bir şey değildir. Trinity, Morpheus ve Neo; ana, baba ve kutsal ruh!.. Ne zafer coşkusu ne de yenilgi çaresizliği Uyanıyor yeni bir şehir, eski şehrin rüzgarla savrulan külleriyle dolaşan bir melodi eşliğinde savaş ve barış kelimelerininin anlamsızlaştığı bir güne. Bir savaş sonrası ya da barış öncesi yağmalanmış bir kentin enkazına benziyor gözkapaklarıma dolanlar. Çatısı yerle bir olmuş bir evin yıkıntıları arasından bir kedi gülümseyerek çıkıyor. Artık kurşun seslerinin son bulduğu ölü kentten yepyeni bir umutla yaşayacaklarını düşleyebilmenin akıl almaz cesareti içinde bir müzik nağmesi duyuluyor. Savrulan rüzgar kentin külleriyle birlikte ne yönden geldiği belli olmayan ama her yöne dağılan bir ahenkle dolaşıyor. Bombardımanı ninni gibi benimseyen minik bir bebeğin önce şaşkın sonra korkak ardından çığlık çığlığa, sükunete alışmaya çalışmasını izliyorum. Bir film karesi oluyor birden hayatım. Bir eşikte olduğumuzu anlatmaya çalışırken kendime ve kendime, bunun bir ölüm mü yoksa bir başlangıç mı olduğunu düşünüyorum. Başlangıçları ve ölümleri yakınlaştıran yorumlar ne denli yavan oluyor bir bilsen diyorum kendime. Hangimiz başlangıç hangimiz ölüm diye yanıtlıyor benim. Kendini kendimden ayırdığım gün öldüm ben diyorum. Bir kendim anlıyor bir de kendim. Tekrar düşlüyorum gözkapaklarıma dolanları. Hangimiz başlangıç hangimiz ölüm diye soruyor kendim. Kendimi kendinden ayırdığın gün öldün sen diyorum. Bir kendim anlıyor bir de kendim. Savaş narası yok bugün bu kentte. Barış çığlıkları da. Ne zaferin sarhoşluğu ne yenilginin çaresizliği... Savaşın bittiği, barışın yetmediği bu kentte, kendimin kendimle halleşmesi... Birlikte soruyor kendim ve kendim. Hangimiz başlangıç hangimiz ölüm? Birlikte yanıtlıyor benim ve benim. Kendim başlangıç ve kendim ölüm. Uyanıyor yeni bir şehir, eski şehrin rüzgarla savrulan külleriyle dolaşan bir melodi eşliğinde savaş ve barış kelimelerininin anlamsızlaştığı bir güne. Gülümseyen bir kedi, minik bir bebekle yeniliyor kendini gözkapaklarıma dolanlar. Ne zaferin sarhoşluğu, ne yenilginin çaresizliği... Bir eşikte olduğumuzu anlatmaya çalışıyorum kendime ve kendime. Bir kendim bir de kendim anlıyor... NLP gerçekten sihirli formül olabilir mi? Beynin iki lobu birlikte kullanıldığında, kişi arzuladığı güzel şeylerin olacağını düşünerek bilinçaltına kesin emirler verir. Bunun sık tekrarlanması sonucunda bilinçaltı amacına ulaşmak için her yolu dener. Günümüzde kişisel gelişimin yanı sıra iş hayatında da sıkça başvurulan, şirketlerin çalışanlarını motive etmek ve onların en yüksek performansla çalışmalarını sağlamak amacıyla uyguladıkları NLP sihirli bir formül müdür? Kimilerine göre evet, başarının yeni teknolojisi NLP. Kimileri ise inanmakta hala güçlük çekiyor ve mesafeli duruyor bu yeni kavrama karşı. Türkçe'ye Sinir Dili Programlaması olarak çevrilen NLP (Nöro-Linguistik Programlama), 1970'li yıllarda Richard Bandler ve John Grinder tarafından geliştirilen bir davranış akımıdır. NLP'yi uygulamak sizin; motivasyonunuzun kontrolünü elinize almanızı, çevrenizle daha etkili ilişkiler kurabilmenizi, geçmişinizdeki sizi engelleyen olumsuz deneyimlerinizden kurtulmanızı, özgüveninizin gelişmesini ve üstün performansınıza daha kolay ulaşmanızı sağlıyor. NLP'nin bir diğer önemli yönü de kişiye hedef belirlemesini ve hedefine ulaşmak için kendisine özgü bir yol haritası oluşturmayı öğretiyor olması. NLP eğitimi veren uzmanlar, birisi bir işi yapıyorsa bunu siz de yapabilirsiniz varsayımıyla hareket ediyorlar ve mükemmelliği modelleme teorisini ortaya atıyorlar. Buna göre uzmanlar önce bir işi mükemmel olarak yapan birisini gözlemliyorlar. Bu gözlem sonucunda onun o işi yaparken nasıl davrandığını, neler hissettiğini ve ne düşündüğünü, o anki beyin fonksiyonlarını saptıyorlar. Daha sonra aynı başarıyı elde etmek isteyen başka bir insana aynı hareketleri yapmasını, aynı duyguları hissetmesini ve tam olarak aynı şekilde düşünmesini salık veriyorlar. Bunun sonucunda da model olarak alınan kişinin başarısı bir başkası tarafından tekrar edilmiş oluyor. Burada dikkat edilmesi gereken iki önemli nokta var. Bunlardan biri modelleme yaptığınız kişiyle aynı yeteneklere sahip olmak, diğeri de yine modellediğiniz kişiyle aynı bedeli ödemenizdir. Onun harcadığı çabayı sizin de harcamanız gerekir. NLP'ye göre belirli düşüncelerimiz, eylemlerimiz ve duygularımız sürekli olarak belirli sonuçlar üretirler. Bu sonuçlardan memnun olabiliriz veya olmayabiliriz. Fakat aynı düşünceleri, eylemleri ve duyguları sürdürürsek aynı sonuçları alırız. Eğer aldığımız sonuçları değiştirmek istersek, o zaman üretimlerine katkıda bulunan düşünceleri, eylemleri ve duyguları değiştirmeniz gerekir. Beynin farklı fonksiyonlara sahip iki lobu olduğu, 20. yüzyılın ikinci yarısında keşfedildiği halde klasik düşünce sistemi, hala beynin yalnız mantık, matematik, analiz, konuşma, yazma, listeleme gibi fonksiyonları olan sol lobunu kullanmaktadır. NLP ilkeleriyle düşünme sistemi ise problemlerin çözümünde sol lobun yanında hayal gücü, bütünü görme, renk, şekil, müzik gibi fonksiyonları olan sağ lobu da kullanmaktadır. Sağ lobun da devreye sokulması kişiye duygusal keskinlik kazandırmakta, hedefini sürekli ve herşeyiyle canlı tutarak müthiş bir motivasyon kazandırmaktadır. Duygusal keskinlik kişinin hedefine ne ölçüde yaklaştığını veya hedefinden uzaklaştığını anlamasını sağlayan bir önsezidir. Dolayısıyla kişiyi başarıya götüren önemli bir unsurdur. Beynin her iki lobu birlikte kullanıldığında, kişi arzuladığı güzel şeylerin olacağını düşünerek bilinçaltına kesin emirler verir. Bu durumun sık sık tekrar edilmesi sonucunda bilinçaltı amacına ulaşmak için her yolu dener ve eninde sonunda başarıya ulaşır. Şu halde insan fırsatlarla karşılaşmak için kendini hazırlayacak ve karşısına çıkan fırsatları en iyi şekilde değerlendirecektir.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |