|
|
Askerin serencamı...
Emekli olan generaller ile görevini sürdüren ve aynı "tepki grubu"nun içinde yer aldıkları bilinen diğer orgenerallerin devir-teslim törenlerinde yaptıkları konuşmalar alışılmışın dışında. Bir kere bu generaller Genelkurmay Karargahı'nı temsil etmiyorlar. Daha önemlisi karargahla, özellikle Genelkurmay Başkanı'yla ters düşüyorlar. Bunun en açık göstergesi Irak'a asker gönderilmesi meselesinde karşımıza çıkıyor. Genelkurmay Başkanı ordu adına devlet zirvesine katılıp, Irak'a asker gönderilmesine destek veriyor, daha ötesi bunu talep ediyor, aynı şekilde şimdi 1. Ordu Komutanlığı'na getirilen Genelkurmay İkinci Başkanı açık bir şekilde "komşumuzda yangın varken biz tarafsız kalamayız" diyor. Buna karşılık emekli olan orgenerallerden ve şahin grubun önde gelenlerinden Çetin Doğan bu konuda tümüyle tersi beyanatları, sert ve eleştirel bir şekilde veriyor. "Mehmetçiğin kanını Yemen'de, Galiçya'da akıttık, niçin akıttığımızı hâlâ sorguluyoruz" diyor ve ekliyor: "Mehmetçiğimiz 'Green Card' peşinde koşarak ABD güçlerine kişisel çıkarlar için katılanlara benzemesin..." İç siyasi hassasiyetlerin ötesinde milli savunma ve dış politika alanlarına giren, ordunun kurumsal politikalarına ters düşen bu ve benzer açıklamaların ifade ettiği anlam açıktır: Ordu üst kademesi içinde sadece iç tehdit, demokratikleşme, AB konusunda değil, savunma politikaları, güvenlik politikaları, dış politika konusunda da ciddi görüş ayrılıkları vardır. Bu görüş ayrılıkları kamuoyu önünde açık bir şekilde ifade edildikçe bu durum ciddi bir "bölünme"nin ve bir "gerilim"in varlığına işaret etmektedir. Ve bu yolla, emir-komuta mekanizmasında 30-40 yıldır bu denli açık bir şekilde görülmeyen, en hafif tabiriyle bir "esneme" ortaya çıkmaktadır... Gerçekten de son gelişmeler, ordunun üst düzeyinden gelen bilgi ve taleple Genelkurmay Başkanı aleyhine yazılar yazılmasıyla ortaya çıkan, karargahı kendi iç meseleleri üzerine uzun süredir ilk kez basın toplantısı yapmaya iten "Genç Subaylar krizi"nin derinliğine ilişkin bir ölçüdür. Bunun adı, kendi tabirleriyle "ulusalcılar" ve "değişimciler" arasında yaşanan tehlikeli bir "bölünme"dir... Olan sanıldığı gibi tasfiye olan tarafın giderayak yaptığı meydan okumadan ibaret değildir. Bölünme en azından biri kuvvet diğeri ordu komutanı iki etkili askerin ordu içindeki varlığıyla alabildiğine sürmekte ve son gelişmelerle azmaktadır. Peki, bu duruma nasıl gelindi? Bu soruya verilecek birbirini etkileyen iki yanıtımız var. 1. Türk Silahlı Kuvvetleri ve onun üzerinden Türkiye askeri vesayet sisteminin bedelini ödemektedir. 28 Şubat günlerinde eylem düzeyinde başlayan aşırı siyasileşme 3 Kasım seçimleriyle birlikte tam bir iflasla karşılaşmış, ordunun büyük restorasyon projesi mutlak bir başarısızlıkla bitmiştir. Her başarısızlık beraberinde bölünmeyi getirir. Bu başarısızlık da, ordunun kimi kesimlerini daha çok siyasileşmeye, artık tarih dışı olan keskin kopuşları da öngören bir şekilde siyasete daha müdahil olmaya itmiştir. Ve bu konuda ilk sürtüşme bu konuda ordu içinde farklı düşünen gruplar arasında çıkmıştır. Kısacası siyaset ateşi bu kez ordu içine düşmüştür. Bu duruma "sahip olmadığı yetkiyi kullanan, kendisine keyfi işlevler biçen bir kurumun kendi dengesi açısından yaşadığı intihar süreci" adı da verilebilir. 2. Bush politikalarının ifade ettiği dünya düzeni değişikliği, özellikle Süleymaniye krizi en çok orduyu etkilemiş ve krize sokmuştur. ABD ile ilişkilerin sarsılması, ABD çıkarlarıyla Türkiye'nin çıkarlarının ters düşmesi, değişen dünyada yeni bir güvenlik konsepti ve tutamaç bulunmasını bir ihtiyaç haline getirmiştir. Öte yandan Türk Silahlı Kuvvetleri'ne kurumsal kimlik, güç, en önemlisi politik hedef haritası referanslarını veren NATO, Pentagon gibi unsurlar etkisizleşmiş, hatta zaman zaman karşıt kuvvet haline dönüşmüştür. Bu faktörler yeni soruları, arayışları, en önemlisi arayış krizlerini devreye sokmuştur. Bu arayış krizi ordu içinde yukarıdaki faktörden ötürü zaten mevcut olan bölünmeyi daha da keskinleştirmiştir. "Özkök çizgisi" eski dengeyi mümkün olduğu kadar koruma, sorumluluğu bir ölçüde siyasi iktidara devretme politikası izlerken, "şahinler" Kemalist ruhun da ötesine geçip, İttihatçı bir çizgide, içe kapanmayı, iç siyasete hakim olmayı, ABD'yle mesafe almayı önermeye başlamışladır. İkinci grup, Türkiye'nin yeni bir yol tutturmasını önerdiği kadar, bu yolun haritasının TSK tarafından çizilmesi gerektiğini de ifade etmektedir. Başka bir deyişle bu faktör de "ordunun kendisine biçtiği siyasi rolün ülke ve dünya şartlarında yaşadığı bir krizin sonucu" olarak karşımıza çıkmaktadır. Evet, yaşanan ordu bir yana Türkiye açısından da riskli ama çok yönlü bir değişim krizidir. Son söz: Siyasi iktidarlar bu tür krizleri seyrederek değil, yöneterek ve çözerek, gerekirse tasfiyeler yaparak iktidar olurlar...
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |