|
|
Bir sürecin faturası
"Türkiye'nin hasta adamı" muamelesi gören Ecevit'e karşı başlatılan kampanya ve daha sonra gelişmesi muhtemel olayları kestirebilmek için birkaç yıl geriye gitmemiz gerekiyor. "Alternatifsiz" Ecevit hükümetinin hangi şartlarda ve nasıl kurulduğu tekrar hatırlanıp analiz edilmeden, nasıl ve neden yıkılmakta olduğunu anlamak/anlamlandırmak mümkün değil. 28 Şubat sürecinin Türkiye'de oluşturduğu siyasal ortam ve toplumsal mühendislik çabaları/dayatmaları sonucu işbaşı yapan aktörlerin neden birden terk edildiğini yeniden anlamlandırmak zorundayız. Bu analiz ihtiyacı, hem post-modern darbeye alkış tutarak iktidar olmanın zevkini tadanlar hem de bu darbenin mağduru olan kesim için gerekliliğini hâlâ koruyor. Hemen altına çizmekte yarar var; bu süreci değerlendirirken yapılacak (ve yapılmakta olan) en büyük hata, post-modern darbeyi sadece iç politik faktörlere indirgeyen yaklaşım tarzıdır. Türk siyasetinde ve toplumsal hayatında İslamî "duyarlılık"ları ne pahasına olursa olsun devre dışı bırakmayı önceleyen post-modern darbenin 11 Eylül sonrası başlayan küresel kampanyanın öncülü olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. Türkiye'nin her anlamda intiharı anlamına gelen toplumsal mühendislik çabalarının sonucunu görmek için fazla beklemeye gerek kalmadı. Ulusal çıkar ve irtica tehlikesine karşı iktidar olanların müthiş bir ironi örneği olarak, ulusallık adına IMF denetimindeki ulusal programdan başka bir şey akla gelmiyor. 28 Şubat sürecinin genel anlamda Türkiye'nin geleceğini ipotek altına alan uluslararası bir programın parçası olduğu bizzat bu hükümet eliyle ortaya çıktı. Bu ülkenin dinamizmi, hayat damarları sanal korkular uğruna koparılıp atılarak felç edilmeye çalışılmıştır. Topluma çeki düzen verdiklerini iddia eden ve bu projenin taşeronluğundan başka iddiası olmayan siyasiler elinde ülke adeta teslim alındı. İslam âlemine örnek gösterilecek bir model olma adına küresel sistemin her türlü müdahalesine açık, ekonomik, kültürel ve siyasal anlamda uzantısı durumuna geldiğini herkesin görmesi için krizleri yaşamak zorunda kaldık. Siyasal ve kültürel olarak mühendislik uygulamaları yapılan Türkiye krizle birlikte ekonomik olarak küresel ekonomi ve finans sisteminin denetime girdi. Peki tüm bu küresel müdahalelere karşı bu ülkenin sıradan bir IMF görevlisinden direktif almaktan başka seçeneği olamaz mı idi? Bu noktada hem askeri arkasına alarak iktidar olmanın rahatlığıyla iktidarcılık oynayanlar hem de Ankara'nın gözünde siyasi meşruiyetini kaybedenler açısından iki önemli sonuç çıktı. Siyasi meşruiyetini kaybettiğini düşünen kesim meşruiyet adına iddialarından vaz geçtiler. Oysa bu iddialar, içeriği dolu ve boş olsun en azından retorik düzeyinde bile Türkiye'nin var olma imkanlarını dile getiriyordu. Yedikleri ilk darbe ile iddialarından vazgeçtikleri gibi bir tür itirafçılık yaparak meşruiyet peşine düştüler. O kadar ileri gidildi ki, bırakın alternatif olmayı, muhalif bir duruş sergilemeyi, hükümetin iktidar sebebi hüaline gelen IMF patentli "ulusal program"ı bile savunacak düzeyde ideolojik savrulmaya tutuldular. İktidar partileri açısından daha doğrusu Türkiye'deki siyaseti biçimlendiren ağırlık merkezleri açısından küresel iktidar karşısında direnecek hiçbir dayanaklarının kalmadığı bugün çok açık biçimde görülüyor. Ulusalcılık adına garip bir ironiyle ulusal programa sarılan iktidar ve muktedirler yerli ve ulusallık adına Perinçek'in sözcülüğüne sığınacak kadar mesnetsiz, tabansız hale geldi. Ecevit'in, kendisini iktidara taşıyan sürece tutunarak bir tür mandacılık çağrışımı yapan Amerikan müdahalelerine direnemeyeceğini anladığını sanmıyorm. Mecliste, başörtülü milletvekiline hakaret ederek ulusal onuru koruduğunu sanan Ecevit'in ve iktidar elitinin, şu an neden, ayakta hakaret ettiği Kavakçı muamelesi gördüğünü anlayabildiğini de hiç sanmıyorum. İslamcılar olmasın da kim olursa olsun mantığı ile siyaset ve her türlü dini hassasiyeti tehlike sayan bir toplumsal modele dayanarak Türkiyenin küresel müdahaleye direnebilmesi mümkün değildir. Siyasetteki son gelişmelerin bu çerçevede ne anlama geldiği çok açık. Amerika'nın Irak'ta başlayıp tüm Körfez ve Ortadoğu bölgesini kapsayacak operasyonuna lojistik ve aktif destek hazır bir ülke haline getirilmesi. Ekonomik, siyasal ve kültürel olarak sinirleri alınmış olan bir ülkede sonuç almak için Meclis aritmetiği ile oynamak yeterli hale gelmiştir. Bu oyunları en iyi bilmesi gerekenin bizzat Ecevit olması gerektiği düşünülürdü oysa. Türkiye'nin Irak operasyonu ile başlayacak yeni bir maceraya destek vermeye mecbur hale getirilmesinin adıdır post-modern darbe. Ekonomik olarak perişan edilmiş. Zihniyet olarak ülkenin en dinamik unsurlarına, halkına yabancılaşmış bir siyasi elit bu ülkenin geleceğini kurtarabilir mi? Amerika'nın başlatacağı Irak harekatının Irak'la sınırlı bir operasyon olmadığını belirtmek zorundayız. Amerika'nın özellikle Türkiye-İsrail üçgenine dayalı bir yapı üzerine oynamasındaki ısrarı bunun açık örneğidir. Daha parçalanmış bir Ortadoğu askeri ve siyasal olarak İsrail için ideal ortam oluşturur. Askeri işgalle ekonomik kaynakları rehin alınmış bir Ortadoğu ABD'nin jeo-ekonomik ve jeo-stratejik çıkarlarına hizmet edecektir. Ne siyasi ne ekonomik olarak direnme şansı kalmamış bir Türkiye'nin İslam âalemine model olması somut olarak Amerika'nın ileri karakolu olmaktan başka bir anlam taşımayacak. İslam dünyasında oluşacak bu algı Türkiye'yi bölgesinden koparacağı gibi Batı'dan da koparacaktır. Buna karşı, Batı'da İslamcı olarak tanımlanan siyasi oluşum ve oluşumların geldikleri nokta Türkiye'yi savunmaktan çok uzakta duruyor. Derviş politikalarını desteklemek, tüm dış politikasını ABD nezdinde meşruiyette aramak ya da Türkiye'ye önereceği tek model Avrupa Birliği'nden öteye geçmeyen bu siyaset tarzı ne Türkiye'nin ne Filistin'in, ne de Afganistan'ın derdine deva olabilir. Ayrıca İslam dünyası için söyleyebileceği hiçbir şeyi kalmayan bu tarz-ı siyasetin Batı nezdinde de bir ağırlığı söz konusu değildir.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |