T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Muğlalı Paşa'dan bugüne...

Generaller olayını ya da Susurluk aklama çabalarını sadece münferit bir hadise olarak el almak, olup biteni anlamaya her zaman yetmiyor. Bu tür gelişmeler aynı zamanda yaşanan değişim sancıları ve değişim çatışmasının parçalarını oluşturuyor.

Nitekim Susurluk'u tabiileştirmek, yasallığı devre dışı bırakmak, buna karşılık "devlet çıkarı ya da milli çıkar adına, içinde her tür gayri-meşruluğun at koşturduğu bir fayda anlayışını bayrak edinmek"; aslında statükoyu savunmanın, "değişim taleplerine karşı gerekçe arayıp, bu taleplere karşı mevzi oluşturmanın" bizzat kendisini ifade ediyor.

Görmek gerek:

Değişim ikliminin oluşmasına direnç girişimlerini ifade eden, bu çerçevede Susurluk'u bile meşrulaştırmaya yeltenen, özellikle merkez medya tarafından yürütülen bu çabalar, "etik" ve "hukuk bilinci" konusunda hepimizi kuşatan görülmemiş bir tahribat yaratıyor, vahim bir çöküşe işaret ediyorlar.

Şu da unutumamalı:

"Fayda" ile "keyfilik" arasındaki, "mertlik", "millilik" gibi kavramlara dayanan ilişkinin uzanabileceği noktalar geçmişte olduğu gibi bugün de tüyler ürpertici olabilir.

Nitekim son olaylar ve bu olayları doğrulamaya yönelik tahliller, geçmiş bugün arasında sıkça bağ kurmaktan geri kalmadı. Bugün doğrulanmaya çalışılırken, Eken gibiler savunulurken, "mertliği, kahramanlığı ve milli faydayı" anlatmak için, "Otuz Üç Kurşun" olarak da bilinen "Muğlalı Paşa" örneği pek de boşuna kullanılmadı...

Muğlalı Paşa örneği, "devletçi ve milliyetçi zihniyet halkası"nda "Türkiye'nin geçmişini bugüne bağlayan, yarını tehdit eden" merkezi bir örnektir...

Nedir Muğlalı Paşa olayı?

30 Temmuz 1943 tarihinde, Van'ın Özalp ilçesinde, İran'dan gelen bazı kişilerin Türk sınırları içindeki bir sürüyü kaçırmalarına yardım ettiklerinden şüphelenilen, ikisi askerden izine gelmiş otuz üç köylü, sırf ibret olsun diye, hiç kanıt ve yargılama olmadan sınırda elleri ve gözleri bağlanarak jandarma birlikleri tarafından kurşuna dizilir...

Ancak tutulan zabıt, bu köylülerin, keşif için götürüldükleri sınır boyunda karşıya geçmek için hep beraber koşmaya başladıkları, bunun üzerine İran tarafından ateş açıldığı, Türk askerinin de ateşe karşılık verdiği ve iki ateş arasında kalarak öldükleri şeklindedir...

Ne var ki, otuz üç kişiden biri ölmemiş, öldü diye bırakılmış ve gece sürünerek İran tarafına geçmiştir. Bu arada, sürü kaçırmaya yardım ettikleri iddia edilen, ancak başka bir suçtan tutuklu bulundukları, yani cezaevinde oldukları için kurşuna dizilmekten kurtulan 5 köylü, sürü olayından yargılanmış ve beraat etmişlerdir. Bunlardan birisi de, İran'a ağır yaralı olarak kaçan kişinin kardeşidir. Bu kardeş, girişimlerde bulunur, olayların bir kurşuna dizilme hadisesi olduğunu resmi makamlara bildirir. Ne var ki sonuç alamaz. Tam beş yıl sonra, DP iktidara gelince, şikayetler dikkate alınır ve mesele kurcalanmaya başlanır. Adalet, Savunma, İçişleri Bakanlıkları ile Genelkurmay Başkanlığı'ndan birer temsilciden oluşan bir komisyon kurulur. Komisyon olayı inceledikten, sorumlular ve tanıkları dinledikten sonra şu raporu yazar:

"1"1943 Temmuz'unda Üçüncü Ordu Müfettişi Orgeneral Mustafa Muğlalı Özalp ilçesine gelmiş ve askeri mahfelde Van Valisi Hamit Onat, Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel, Sulh Yargıcı Baki Tekin, Tabur Komutanı Şükrü Tüter beraber bulunurken, vali ile yargıç vatandaşların hududun öteki tarafındaki şahıslarla münasebette bulunarak emniyet ve asayişi ihlal etmekte olduklarından şikayet etmişlerdir. Bu şikayet üzerine Ordu Müfettişi, Tabur Komutanı Şükrü Tüter'e, 'bu adamları sana teslim edeceğim, icabına bakar, hepsini temizlersin' diye emir vermiş, bu emir üzerine (....) bu şahıslar (...) gözaltına alınmış, iki müfrezeye tefrik olunmuş ve Kukur deresinde elleri kolları bağlandıktan sonra üzerlerine makineli tüfekle ateş edilmek suretiyle öldürülmüşlerdir..."

Komisyon raporunun ardından 1949'da askeri mahkemede dava açılır. Olayın yakın tanıklarının ifadeleri, infazı gerçekleştiren mangaların komutanlarının itirafları üzerine, Muğlalı Paşa, önce idam cezasına çarptırılır, ardından bu ceza 20 yıl hapse çevrilir. Ancak Muğlalı cezaevine girmeden ölür.

Yargılanma esnasında suçlamaları uzun süre reddeden Muğlalı'nın, sonlara doğru, "Bu memur ve subaylara ben emir verdim, onların bir suçu yoktur..." demesi basında ve çeşitli çevrelerde, o günlerde "mertliğin doruğu" olarak tanımlanmıştır. Ve Muğlalı zihinlerdeki "mağdur kahramanlar" arasında yerini almış; hatta bu, bir "sendrom" haline dönüştürülmüştür. Askerlerin çeşitli dönemlerde "sorunları çözeriz, ama Muğlalı Paşa olmak istemeyiz" dedikleri, fısıldanıp durmuştur.

Bugün de durum farklı değildir; büyük gazetelerin köşelerinde Muğlalı kahramanlığı devam etmektedir...

Nitekim, 28 Şubat günlerinde alınan bir kararla Genelkurmay Başkanlığı Mustafa Muğlalı'nın itibarını iade etmiş ve büstü, diğer orgeneraller yanında Genelkurmay bahçesinde yerini almıştır...

Şimdi düşünün ve karar verin; kim, neden keyfiliği ve kaba gücü doğrulayan "mertlik"ten yana, kim, neden kanıt, adalet ve insan hakkını birleştiren "hukuk"tan yana...



18 Mart 2002
Pazartesi
 
ALİ BAYRAMOĞLU
ALİ BAYRAMOĞLU


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED