|
|
Ne Kosta Rika, ne Çin Ne de sambacı Brezilya
Baştan söylemek lazım: Ne futbolu "kitlelerin afyonu" küçümseyişiyle gözünü kulağını kapatarak yadsıyan, ne de "bu maçı alacaz, başka yolu yok" şeklindeki 'coşkuyla oturduğu yerden zıplayış' yazısı değil bu... "Öyle böyle değil, memlekette bir şeyler oluyor, bir bakmak, anlamak lazım" düşüncelerinde bir şey... "Futboldan hiç anlamam" kişilerde Galatarasay'ın UEFA Kupası maçlarıyla başlayan, "kadını, erkeği, büyüğü, küçüğüyle bütün Türkiye'nin tek 'asgari müştereği' olma" durumları, bugünlerde tavana vurmuş durumda... Futbol için, futbol adına yekvücut, tek yürek Türkiye'de, tüm duygularımızı maç skoruna hasretmiş, kaygı umut gelgitleriyle beklemedeyiz hepimiz... Sporun düzayak sevinci karşısında, ne Nietzche'nin ahlaki kriz analizleri işe yarıyor, ne de Cibran'ın hayat teoremleri anlayacağınız... Futbolun "pozisyon tartışmak, coşkuyla havaya zıplamak, içinden nasıl geliyorsa öyle bağırıp çağırmak, ekrandan duyulmayacağını bile bile sırf rahatlamak adına öfkeyle taktik vermek, Türkiye'nin tarihi karşılaşmalarını hatırlamak" şeklindeki kültürü, entelektüel olan herşeyi ağır bir kamyon gibi ezip geçiyor... Kendinden başka ne varsa sapır sapır döken, "altyapı çalışmasına gerek bile duymadan, hiç yoktan gelip bünyenize yerleşen" bir kültür bu. Olacak iş değil, ama oluyor işte... Herkes, en küçük bir gol pozisyonunda 1'den 3'e atılmış vitesler gibi hızla ivme kazanarak zıplıyorsa ayağa, "var bu işte bir iş" diyesi geliyor insanın. Ve Hasan Şaş'ın çalımları, Ümit Davala'nın kafa atışları 'tek'leştiriyorsa herkesi... Hele de maçtan sonra bütün yüzlere sevimli bir gülümseyiş konduran, "pozisyon analizleri", "penaltıyı vermeyen hakem suçlamaları" var ki... Maçtan daha kuşatıcı daha 'inanç'lı bir şey gibi. Bütün öğretilere taş çıkartan bir öğreti tadı yani... Benim diyen "hayat bilgisi" tecrübelerini geride bırakan bu sevinç manzaraları, biraz da telafi edilemeyen şeylerin yerine 'başarı'yı ikame etme çabası belki de. Cümbür cemaat, hop oturup hop kalka heyecanlandığımız şey, denizanası gibi her an elimizden kayıp gidiverecek bir "başarı" değil mi? Bu, kırmızı-beyaz başarıyı kaybetme korkusu, hayatı boyunca kaybetmişlerin son başarı umudu sayılamaz mı acaba? Ya da ne bileyim, 90 dakika boyunca nefes nefese koşan genç insanların varlığı, Türkiye'nin "yürümekten aciz" sıkıntılarını unutturduğu için mi bu kadar kıymetli? Sevince ihtiyacı olanların onun yakalaması, daha bir kıymetlidir kuşkusuz. Sevinçlerin artmasını dileyerek bekleyelim bakalım...
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |