T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Futbol, zihniyet, siyaset...

Dünyayı kuşatan futbol şampiyonası heyecanı, belki bizleri herkesten daha fazla sardı. Türkiye'nin Dünya Kupası'nda ilk 8 sekiz takım arasına kalması, yarı finale kalma ihtimalini ciddi bir şekilde koruyor olması pek yabana atılacak şeyler değil. Ekonomik ve siyasi olarak kavrulan insanların yaşadığı bir diyarda, ihtiyaç duyulan güven duygusunun, milletler arası gladyatör yarışları arenasında aranması son derece doğal.

Ama futbol sadece ezikliği, bunalımı gidermenin, dolaylı olarak insanın kendisinin üstün ve güçlü hissetmesinin tek yolu değil elbet...

O, bir sporsever için aslında küçük bir lezzet, bir oyun; şampiyonalar ise birer karnaval... Tabii futbolun fiziksel, teknik açıdan, kollektif hareket ya da kollektif tepki ve zeka sınavı olarak taşıdığı estetik, oyundaki strateji ve taktik yönünün gücü, sonuçların genel olarak belirsiz olması onu sporların baştacı yapıyor...

Küçük şeylerin hayata lezzet kattığına inanırım, oyun severim, hele futbolu çok.

Evet, futbol konusunda kalbi her zaman kuvvetli atanlardan birisi oldum.

Bugün oynanacak Senegal maçını herkes gibi ben de heyecanla, sabırsızlıkla, kafamda küçük maç senaryoları yaza yaza bekliyorum.

Ama şu da var ki, Dünya Futbol Şampiyonası futbol üzerinden biz Türklerin ya da buralıların ruh halini bir kez daha pek güzel sergiliyor:

Her konuda olduğu gibi ya ifrat ya tefrit; milli takımı bile yaralamaya varan, çıkarların, konumların, kişisel prestijlerin içine karıştığı garip bir medya milliyetçiliği; sporu bir savaş kılmaya çalışan, savaş ruh halini pompalayan bir sokak fanatizmi; sorun çözme yerine karışıklıktan rant arama çabaları...

Evet, futbolun bir yeşil alanı var; bir de sosyal ve siyasal alanı...

Bu ikinci alan oldukça sorunlu ve her geçen gün daha da sorunlu olmaya yüz tutuyor.

Üstelik bu sorun alanı evrensel nitelikli. Zira futbolun başka ülkelerde yarattığı ruh hali, bizdekinden pek de farklı değil.

Çağımızın önemli edebiyatçılarından, polisiye roman kahramanı Pepe Carvalho'nun yaratıcısı Barselona Katalanı Manuel Vasquez Montalban, Le Monde Diplomatique'de kaleme aldığı "Futbol, Yeni Bir Din" başlıklı yazısında şöyle diyor, haklı olarak:

"Silvio Berlusconi Milan kulübünün, Vas Basten, Gullit ve Rijkaard'ın yardımı olmasaydı İtalya Başbakanı olabilir miydi? Kuşkusuz müthiş kitle iletişim araçlarının sahibiydi. Fakat gençler oy verme vakti geldiği zaman Milan'ın parlak zaferlerinin tasarlayıcısını seçtiler. Berlusconi, siyasi kariyere atılmak için büyük bir kulübün başkanlığına göz diken sonradan görmeler ve zenginleşmişler türünü en üst düzeyde canlandırıyor..."

Ekliyor Montalban:

"Bugün birçok futbol yöneticisi, çabuk ve çoğunlukla kaba yöntemlerle zenginleşen inşaat sektöründen geliyor. Bunlar kendi başına işleyen şirketlerin başında büyük bir öncü, devasa servete sahip, hükümetle ilişkileri ve bol bol boş zamanı olan insan tipleri. Eskiden siyaset, ekonomi, din ve hatta üniversite yetkilileri klüp başkanlarının üzerindeydi. Şimdi ise tersi. Öyle ki, klübün en alt düzeydeki sorumlusu bile toplum önünde en yüksek yetkilerden daha fazla ağırlık taşıyor. Kulüp taraftarları bugün her yerde etkili ve örgütlü bir seçmen görüntüsünde...

Montalban soruyor:

Acaba, siyaset tarafından boş bırakılan sembolik yeri bugün futbolun işgal ettiği söylenebilir mi?

Ve yanıtlıyor:

Bu binyılın sonunda, diktatörlükler zamanında toplumların afyonu diye nitelenen futbol, demokrasilerin sert uyuşturucusuna dönüştü. Kitlelerin paradoksal yalnızlığına olduğu kadar küreselci toplumların proje yokluğuna cevap imkanları taşıyor..."

Futbolun siyasi ve sosyal alanına ilişkin Moltanban'ın çıkardığı bu sonuçlar pek de anlamsız değil...

Örneğin Fatih Terim'in yöneticilere ders ve seminer verdiği, köşe yazarlarının "Terim başarı modeli"ni siyasete önerdiği günler çok eskilerde değil. Terim üzerinden otoriter, milliyetçi ve faydacı bir tarzın başarı adına yüceltiği günler de öyle...

Biz de futbol kulübü başkanları genellikle müteahhit olmuyor mu? Büyük kulüp yöneticileri kurallar ve değerler dünyasını kendi kulüp çıkarları için allak bullak edip, yaşanan etik erozyonu hızlandırmıyorlar mı?

Kazanma amacının saha içi ve dışında her tür aracı mübah kıldığı ve bu yöndeki çabalarda her sınıf ve gruptan milyonlarca seyircinin desteğinin alındığı, ülkenin en popüler, en önemli, hatta en ciddi olayı değil mi futbol?

Peki ya bunun zihniyetimize etkisi olmaz mı sanıyoruz?

Aynı etnik grubun fanatik üyeleri gibi davranmaya dayanan, başkalarına acımasızlığı, sürü üyelerine sıradışı bir yumuşaklığı ifade eden taraftar psikolojisi, aslında sönmekte olan bir milliyetçiliği sokak milliyetçiliğine, hatta zaman zaman sokak faşizmine çeviriyor, yani besliyor.

Bu biz de biraz daha fazla oluyor...

Futbolu seviyorum; ama bu durumdan da hoşlanmıyorum...

O zaman da sporun kendisi kadar siyasetini de düşünmek gerekiyor...

Fırsat olunca onu da konuşuruz...



22 Haziran 2002
Cumartesi
 
ALİ BAYRAMOĞLU
ALİ BAYRAMOĞLU


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED