|
|
28 Şubat'ın rövanşı mı?
Türk toplumunun baskı ve haksızlıkları sineye çekmesinden şikayetle tepkisiz bir toplum olduğundan yakınanlar çoktur. Toplumun bu tavrından şikayetçi olanlar sadece tepkisizliğine kızanlar değil, Türk halkına çeki düzen vermek isteyen merkez güçler de şikayetcidir. Bir yanda kendisine karşı yapılan haksızlıkları sineye çeken, karşı çıkmayan bir toplum; öte yandan onu dizayn etmek isteyen toplum mühendislerine karşı da direnen bir sosyolojik vakıa ile karşı karşıyayız. Tarihi ve kültürüne nüfuz etmeden, düz sosyolojik bir okumayla içinden çıkılamayacak bir 'tabiatı' var bu Türk milletinin. Hem adam edilmeye yanaşmıyor, hem de kendisine reva görülen uygulamalara ses çıkarmıyor. Yakın tarihte tecrübe edilen, reva görülen pek çok uygulama her halde söz gelimi Avrupa'da bir yerde olsaydı yer yerinden oynardı. Halk ayaklanır, kitle gösterileri olur, devrimler yaşanırdı. Ama hiç biri olmadı; olmaz da. Gerçi halkımızın bu tabiatı zaman zaman toplum mühendislerinin hoşuna gitmiyor da değil; mesela şu cümle ne kadar kulağa hoş geliyor: Türkiye Arjantin olmaz! Oysa, Türkiye'nin Arjantin olmamasından hoşnut olanlar, bu toplumun adam olmazlığı üstüne siyaset yapanlardır aynı zamanda. Ve yine aynı çevreler örneğin 28 Şubat dizaynına karşı sessiz kalışını postmodern darbeye ve toplum mühendisliği uygulamalarının tasvip edildiğine yorumlamakta geri durmadılar. Bir türlü 'adam olmadığı' için siyasete, topluma, sokaktaki insanın kılık kıyafetine kadar müdahil olan seçkinler, kendilerince adam olmamışlığın bir göstergesi olan halkın sessizliği, şark kurnazlığı ile toplum mühendisliğinin onay hanesine yazmakta hayli mahirdirler. İşine geldiği vakit kullanılacak bir argüman haline gelse de sonuçta toplum mühendislerinin nezdinde, bu halk; seçkinlerin olanca aydınlatma, çağdaş kılma kısaca adam etme çabalarına karşın hala doğulu özellikleri ağır basıyor. Bu toplumun sessizliği de, yaşadığı acıları sineye çeker görüntüsünü de doğru okumak gerekir. Ne kendisine yapılan zulümleri gerçekte sineye çekmiştir ne de kendini adam etmeye yeltenenlere karşı tepkisiz kalmıştır. Sonuçta, kendine özgü bir tarzda ama mutlaka tepkisini göstermiştir. Yakın tarihimiz, biraz da bu toplumun kendine özgü tepkiler tarihidir. Tepkisizlik olarak okunabilen sessizlik aslında bu toplumun sergilediği tarihi sukunetin bir uzantısı olmaktan başka türlü okunamaz. Burada, Oryantalist okumayla, 'doğunun durağanlığı'ndan ayrılan bir sessizlik söz konusu. Tek parti döneminin toplumu adam etme uygulamalarının halkın vicdanında ne denli derin yaralar açtığı hala hafızalarda canlı durmaktadır. Jakobenliğin zirveye çıktığı, ilkel bir pozitivizmle toplumun dini, kültürel ve medeniyetine ilişkin hafızasını silmeye yönelik uygulamalara karşı halkın sergilediği 'sessizlik duruşu'nu, bu uygulamalara verilmiş bir destek anlamının yüklenemeyeceğini biraz siyasi tarih bilen herkes anlayabilir. Yıllarca susan halk tepkisini uzun vadeye yayarak, zamana bırakarak adeta şartların olgunlaşmasını kollamıştır.. Bulduğu ilk fırsatta da tepkisi göstermiştir. 1950 seçim sonuçları bu tepkinin ifadesinden, vicdanları sızlatan uygulamaların bir tür intikamından başka bir şey değildi. Demokrat Parti'nin böyle bir meselesinin olup olmadığı ayrı bir konu; hatta bu duyarlılıkla hiç alakası bile olmayabilir/di. Önemli olan halkın DP'yi nasıl algılamış olduğudur. Nitekim Celal Bayar'la İnönü'nün ideolojik anlamda aynı değerleri paylaştığı, topluma aynı gözle baktığı konusunda kimsenin şüphesi olamaz. Ancak halk bu yeni siyasi oluşumu tek parti iktidarının rövanşını almak için bir fırsat olarak algılamıştır. Aynı durum 1960 sonrası AP iktidarı için de geçerlidir. Milyonları peşinden sürükleyen Menderes bir gecede iktidardan uzaklaştırılıp, bir müddet sonra asılmasına karşı fiili hiçbir hareket olmamıştır. Fakat serbest seçimlerde halk yine kendine özgü cevabı vermiştir. Özal'a verilen destek de 1980 ihtilaline karşı verilmiş bir cevaptan başka bir şey değildir. Burada önemli olan bu tepkilerin yönlendirildiği adresin doğru adresler olup olmadığı değil, halkın olayı nasıl algıladığı ve kime karşı bu tepkiyi gösteriyor olduğudur. Bu noktada sorulması gereken soru şu: 28 şubatın bu anlamda bir rövanşı olacak mı? Seçimler yapılmadan bunun cevabını vermek sadece bir tahmin ve spekülasyondan ibarettir. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, kendileri böyle bir rövanşın peşinde olmasalar, hatta böyle algılanmasını istemeseler bile AKP'ye yönelen oyları, Türk toplumunun kendine özgü tepkisinin yansıması olarak okuyabiliriz. Bu yönelimin arka planında bir tür rövanş duygusunun yattığı söylenebilir. Her ne kadar Tayyip Erdoğan "başörtüsü birinci meselemiz değil" türü açıklamaları olsa da. Eğer AKP yöneticileri kendilerine yönelen oyların doğasını, hangi duyguların tahrikiyle partilerine yöneldiğini analiz edemez, bu duyarlılığa gerekli cevabı veremezse aldıkları oy tepki oyu olmaktan ileriye geçemez.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |