|
|
Onu daha çok hikayelerinden tanıyoruz.. Otuz iki yıldır hikaye yazarlığı yapıyor. Erzincan'dan İstanbul'a uzanan bir uzun hikayenin kahramanı. 1950'lerden itibaren hızlanan sanayileşme anaforundaki taşranın geçirdiği değişimi hikayelerinde izlemek pekala mümkün. Mustafa Kutlu, Osmanlı döneminde taşra bürokrasisinde yer alan bir memur ailesinin tek erkek çocuğu olarak Erzincan'ın Kuruçay Nahiyesi'nde dünyaya gelir, 1947'in soğuk bir Mart ayında. Baba Nurettin Bey, Nahiye Müdürü'dür. Kutlu'nun dedesi Mustafa Bey de bir dönem aynı nahiyede memurluk yapmıştır. Dede Mustafa Bey, hattatlığının yanısıra musıkîşinas bir Osmanlı adamıdır, şehirlidir. Kutlu'nun büyük dedeleri Hacı Yakupoğulları olarak bilinen mütevazı bir Erzincanlı ailedir. 1916'da Rus orduları Erzincan'a girmeye hazırlanırken, Mustafa Bey'in dul kalan eşi (Mustafa Kutlu'nun büyükannesi) 3 kız, iki erkek çocuğunu da alarak Sivas'a doğru göç eden muhacir kafilesine katılır. Kafilenin yarısı yolda tifüsten, koleradan, açlıktan ölür. Rusya'daki 1917 Ekim Devrimi üzerine Rus orduları geri çekilince, aile de Erzincan'a döner. Baba Nurettin Bey, Rüşdiye'yi bitiren baba Nurettin Kutlu, Sağlık Dairesi'nde göreve başlar. Sonra Kuruçay Nahiye Müdürü olur.
Yalnızlıkla geçen çocukluk
Kutlu yedi yaşına kadar Kuruçay yakınlarında, Kemah'a yakın Cebesoy İstasyonu'nda tek katlı bir evde yaşar. Ev, bölgede geniş arazileri olan köklü bir aileye, Sağıroğulları'na ait yazlık evdir. Şarkıcı Demet Sağıroğlu da bu ailedendir. Kutlu'nun hikayelerinde sıkça kullandığı tabiat, su, istasyon temaları burada kök bulur kendine. "Her gece kafamı yastığa koyduğumda önünde bostanı olan küçük bir evde yaşamayı hayal ederim. Pırıl pırıl akan bir su, bahçe ve tabiat, çalılıklar, kara tren, saka kuşları, masmavi bir gökyüzü. Hep bu düşle yaşarım" diyerek anlatıyor özlemini. İstasyonda bir makascı ailesi ve iki aile vardır, biri de Kutlu ailesidir. Çocukluğu yalnızlık içinde, hüzün trenlerini seyrederek geçer.
Babam mütedeyyin bir CHP'liydi
Nurettin Bey emekli olunca, aile Erzincan'a döner. 1939 Depremi'nin acısı tazedir. Erzincan bir büyük baraka şehirdir. Kutlu, Fırat İlkokulu'na başlar. Aynı mahalleye taşınan Hakim Hamit Bey'in üç erkek çocuğu en yakın arkadaşlarıdır. Hamit Bey, çocuklarına kitap sevgisi aşılamış bir hakimdir. Dört arkadaş harçlıklarından artırdıkları parayla, evin bodrumdaki odayı kütüphaneye dönüştürürler. Resimli romanlar, keşif atlasları, Pecos Bill'ler, elden ele dolaşır. "Erzincan o yıllarda bağlık bahçelik, 10-12 bin nüfuslu bir taşra kentidir" diyen Kutlu, "Çocukluğumun Erzincan'ında sadece kitap satarak geçinen 4 kitabevi vardı. 2001 yılında bir taşra kentinde sadece kitap satarak ayakta duran esnaf yok. O yıllarda taşrada kitap okuma oranı hayli yüksekmiş. Düş gücü de yüksekti çocuklarda" diyor. Ortaokul ikideyken vefat eder babası. "Babam mütedeyyin, tipik bir CHP'li idi. Namazını kılan, orucunu tutan, dürüst bir memur. Diğer memurlar da babam gibiydiler. Yaşadıkları yerin kültürüyle, örfüyle zıtlaşmayan, onlar gibi yaşayan insanlardı" diyor Kutlu.
Resim hâlâ içimde ukdedir
Ortaokuldan sonra pekçok arkadaşı, maddi durumları iyi olmadığı için Erzincan'aki Askeri Lise'ye giderler. Hüseyin Hilmi Işık Askeri Lise'de kimya hocalığı yapıyor. Sakin görünüşlü, elinde çantasıyla koridorlarda yürürken hatırlıyor Hilmi Işık'ı. Askeri Lise'ye giden arkadaşlarından Muammer Ekti, 21 Şubat Olayları'na karıştığı için tard ediliyor 60'larda. Yazları sebze halinde karpuz indirerek, domates dizerek elde edilen harçlıklarla sinemaya kaçışlar. Mahallenin Yılmaz ağabeyi Fenerbahçeli çocukları bisikletiyle gezdirdiği için Kutlu da Fenerli oluyor.. Çocukluğunda hep ressam olmayı düşlüyor Kutlu: "Ressam olmayı üniversitenin ilk yıllarına kadar umutsuzca sürdürdüm. Güzel Sanatlar Fakültesi sınavları için İstanbul'a geldim. Okula gittim. Oradaki hava, taşralı bir genç için uygun değildi, vazgeçtim. Erzurum Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne girdim. Ama resim içimde bir ukde olarak kaldı. Üniversitede bir grup arkadaşla Erzurum Halkevi'nde sergi açtık. Sanat felsefesi hocamız İonna Kuçuradi bizlerle çok ilgilendi. Almanya'da resim eğitimi almam için uğraştı. 1969'da bıraktığım resme 1999'da döndüm. Hareket Dergisi'ne desen vererek başladım, hikaye yazarı oldum. Hiçbir zaman aklımda hikaye yazarı olacağım şeklinde bir düşünce yoktu, ressam olmak istiyordum. Olmadı. Bendeki istidat bir yere akacaktı, edebiyata kaydı."
Mistik bir dönemim oldu
Mahallede inşa edilen bir mescit, Kutlu'nun çocukluktan ergenliğe geçiş döneminde mistik bir yalnızlık yaşamasına katkıda bulunur. Eski harfle yazmayı okumayı öğrenmeye çalışır. Kutlu, "Cami bahçesi hayatımda çocukluktan ergenliğe geçerken mistik bir dönem oldu. Namaza başladım, Dînî hayata karşı derin bir yöneliştir bu dönemim" diyor. Çocukluğundan politikayla ilgili bir şey hatırlamadığını belirtiyor Kutlu: "Kitap, resim, futbol, sinema vardı hayatımda. İlk politik çıkışım, tuhaftır, üniversitenin ilk yılında oldu. Yurt yatakhanesinde Menderes'e hakaretler edildi. Asılmış bir adama yönelik hakaretlere tepki gösterdim. Durup dururken, politik bir taraftar olmamama rağmen, kalkıp müdafaa ettim. Memleket meselelerine ilgi duydum, ama politik bir grupta yer almadım. Nurettin Topçu ilim ve sanatla uğraşan gençlerin siyasetle ilgilenmemeleri gerektiğini söylüyordu, çakışmıştık. Ben de öyle düşünüyordum"
Evliliğim büyük bir ihsan
1963-64'te başlayan üniversite 1968'de biter. Yazları İstanbula gidip gelir, sosyal bir muhit edinir, Nurettin Topçu çevresiyle birlikte olur. Hareket Dergisi'nde sohbet halkalarına katılır. İlk hikayesi 1968'de basılır. Üniversite bittikten sonra Tunceli'de kısa bir süre öğretmenlik. Klasik tarzda, görücü usûlü ile evlendiğini belirten Kutlu; "Eşim ev hanımı. Cenabı Hakk'ın bir lütfu, büyük bir ihsan, hayatımın en büyük güzelliği, desteği ve karşılaşması olduğunu düşünüyorum. 1969'da Erzincan'da evlendik. Ben 23, eşim 16 yaşındaydı. Öğretmenliğimin ilk yılıydı" şeklinde konuşuyor. 1970-1972 yılları arası İstanbul, Küçükköy, Vefa Poyraz Lisesi'de edebiyat öğretmenliği. İstifa eder ve Dergah Yayınları'nda çalışmaya başlar. O gün bugün Dergah'ta. Mustafa Kutlu, Anadolu'nun bağrı yanık, çilekeş, acılı, ama bir o kadar da engin yürekli insanlarını anlatıyor hikayelerinde. Sönük bırakılmış taşranın sesi olmaya devam ediyor hâlâ.
Mühür gözlüm seni elden sakınırım
Müzik, köklü bir ilişkim olmadı. Halk müziği seviyorum. Çalışırken müzik dinleyemem. Kahvede yazarken bağırışlar, çağırışlar bana fon müziği gibi gelir, engellemez. Ama bir türkü, bir şarkı beni ayartır. Zihnim kayar. Müzikte parça seçerim. Her yöreden olabilir. Bir söz, melodi olabilir. Huma Kuşu Yükseklerden Seslenir parçasını Mükerrem Kemertaş, Kırşehir türkülerini Gülşen Kutlu, Urfa-Kerkük havalarını Mehmet Özbek okumalı. Böyle seçimlerim var. Bir türkü vardı radyolarda hep okunurdu; Ayağında Kundura. Tutulmazdı. Ne zaman İbrahim Tatlıses okudu, yer yerinden oynadı. Cansız kansız bir türküydü. Yorum çok önemli. Bekir Sıtkı Sezgin ve Neşet Ertaş. İki büyük kıymet. Ertaş, entelektüel ilgiyi kazandı daha sonra. Ama Sezgin, kıymeti bilinmeden geçip gitti. Selda Bağcan'ın ilk parçalarını çok beğenirim. Mühür Gözlüm, Gardiyan.. Müthiş bir ses. Yorum dediğin böyle olur. Grup Laçin'in Bekar Gezelim'i iyiydi, arkası gelmedi. Ahmet Kaya'nın Saza Niye Gelmedin'i güzel bir düzenleme. Erkan Oğur'un Fırat Türküsü yorumu, Sarı Gelin. Türk Sanat Müziği'nde Muazzez Abacı'nın genç sesini ve yorumunu severdim. Sinema sıkı takip ettiğim daldır. Bilhassa İran filmleri, eski Demirperde ülkeleri filmleri ilgimi çeker.
Anti-teknolojistim
Hikaye yazarlığım biraz şairlerinkine benzer, planlı programlı yazamam, bir oturuşta yazarım. Notlar alarak yazan biri değilim. Düzeltme yapmam, genellikle ilk yazılmış haliyle kalır. Yazı yazarken çok mutlu oluyorum. En fazla mutluluğu, Uzun Hikaye'yi yazarken yaşadım. Hikaye yazmadan önce sesini, ritmini dolaştırırım içimde. Uzun Hikaye'de kendimi hiç sınırlamadım. Kurşun tükenmez ve elle yazarım, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopesi'ni hazırlarken aldığımız Smith Corana marka daktilomu 20 yıldır kullanıyorum. Masamın üstünde kalmayı hakeden tek parça odur. Anti-teknoljistim. Su buharı dışında çalışan makinelerden hoşlanmam. Bilgisayar yok, cep telefonu, araba yok. Eğilimim öyle. Alışkanlıklarla yürüyen bir şey bu.
Takım giymem, kravat takmam
TEKLİFSİZ mekanlarda rahat ederim. Salon adamı değilim. Takım elbise giymem, kravat takmam. Sabah ne yediğimi unuturum, hafızam zayıftır. Mekan ve eşya ile sıkı münasebeti olan biriyim. Mesala bir çantam vardır, eskidikçe kıymetlenir gözümde. Sıcaktan hoşlanmam. İstanbul'da en aşina olduğum yer Sultanahmettir. Sıcak beni bunaltır. Duru akan suyu severim, beni cezbeder, içimi dışımı temizler. Sonbaharı ve ilkbaharı severim. Salon adamı değilim, dostlarımla muhabbeti seviyorum. Balat'ta kurulan İnebolular Pazarı'na, Azapkapı'daki Kuş Pazarı'na giderim sık sık. Memleket sohbetleri seviyorum. Ekinden, hasattan bahsetmeyi seviyorum...
Tatil için zamanım yok
Uyumlu bir insanım. İddialı bir kişi değilim. Hayatı sanattan önce görürüm. Yufka yürekliyim. Duygularını belli etmeyen, ama iyimserim, neşeliyim. Yazdıklarımda bir hüzün saklıdır. Anadolu insanının yapısında var. Çileye yatkın, ama, mızmız olmayan, boyuna şikayet etmeyen insan tipidir bu. Olumlu mu bilmem. Tatil için ne zamanım, ne param oldu. İmkanım olursa medeniyetimizin bakiyesi olan taşra şehirlerini gezmek istiyorum. Kastamonu, Tosya, Ermenek, Tirebolu, Sinop, Gesi Bağlarını, Tokat'ı, Zile'yi görmek isterim. Çocukken babam külek içinde Zile pekmezi getirirdi. Saka kuşu kırların sesini anımsatıyor bana, çocukluğumu, ıssızlık, dere içleri ve yalnızlıklarımı...
Hayatımız şiirini yitiriyor
Yazılarımda asıl yapmaya çalıştığım toplumsal değişimi göstermektir. Yoksulluk İçimizde başlıklı hikayemin kahramanı kadındır. Modern bir Leyla-Mecnun hikayesidir. Ben aşk hikayesi yazan biri değilim. Ama yazdığım hayat parçaları içinde tabii ki mutlu mutsuz aşklar da vardır. Taşra aşkı toplumsal değişim kodları içinde kırık dökük bir kapitalistleşme yaşıyor. Çarpık sanayileşme, amansız bir göç.. Bütün bunlar yüzünden yerinden yurdundan olan aileler, allak bullak olmuş kafalar, değerler. Bütün klasik değerler savrulma halinde. Ne tarafa? Yönü bellidir; hayatın daha maddi, daha seküler hüviyet kazanmasına doğru gidiyor. Hayatımız giderek şiirini kaybediyor.
|
|