|
|
Yüzleşmek; ama Özne olarak
Önce 11 Eylül'de ABD'ye bir terör saldırısı oldu. Ardından ABD, Afganistan'da savaş başlattı. Şimdi ise, ABD'nin Afganistan'da başlattığı savaşın terör bahanesiyle dünyanın jeo-stratejik, jeo-kültürel, jeo-politik ve jeo-ekonomik haritalarını değiştirebilecek kadar genişletileceği söyleniyor ve tartışılıyor. Peki, bir film şeridi gibi cereyan eden bütün bu olaylar, hem dünyamızın, hem de İslam dünyasının geleceği açısından ne anlam ifade ediyor veya nasıl yorumlanmalı? Bugüne kadar bu olaylara ilişkin yapılan yorum ve değerlendirmelerden farklı bir analiz ve yaklaşım biçimi geliştirilebileceğini düşünüyorum: Tüm bu olaylar, müslüman toplumlar açısından iki önemli fenomenin ortaya çıkmasına zemin hazırladı: Birincisi, özelde Türk toplumunun, genelde ise dünyadaki tüm müslüman toplumların, belki de ilk kez bu denli açık ve net bir şekilde küresel gerçeklerle ve sorunlarla yüzleşmeye başlamalarına imkan tanıdı. Bugüne kadar zamanın ve tarihin dışında yaşayan müslüman toplumların zamanın ve tarihin içine girmelerini yani hem kendi sorunlarıyla, hem de dünyanın sorunlarıyla yüzleşme imkanına kavuşmalarını sağladı. İkincisi de, tüm bu olaylar, müslümanlığın küresel düzlemde ÖZNE olarak konumlandırıldığını gözler önüne serdi. Şunu demek istiyorum: Dünya sisteminin sahipleri, Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra geliştirdikleri tüm stratejileri, hegemonyalarını ve çıkarlarını koruyabilmek için İslami yükselişi (İslam'ın siyasi, ekonomik ve kültürel bir aktör olarak yeniden tarih sahnesine çıkmasını) durdurma esası üzerine belirlediler ve bu süreç şu an ivme kazanarak sürüyor. Ben bu sürecin orta ve uzun vadede geri tepeceğini düşünüyorum: Tersinden de olsa Müslümanlığın ÖZNE olarak konumlandırılmasının, müslüman toplumların hem kendi sorunlarıyla, hem de dünyanın sorunlarıyla yüzleşmelerini ve dolayısıyla dünyada olan bitenlere artık doğrudan (yani ÖZNE olarak) müdahale edebilme süreçlerini hızlandıracağını düşünüyorum. Ancak müslüman toplumlar olarak henüz bu iki fenomenin de hem farkına varabilmiş hem de ne denli önemli olduğunu kavrayabilmiş değiliz. Bunun bence en önemli nedeni, gündemi, konjonktürlere göre hareket eden, olayların nedenlerini, bağlamlarını ve karmaşık oluşum süreçlerini gözardı eden ve bu nedenle de analitik, eleştirel ve imaginatif zihin kalıplarından yoksun olan çağımızın papazları gazetecilerin, çağımızın kahinleri stratejistlerin ve çağımızın retorları (içi boş ve cafcaflı laflar söyleyen kişilerin) politikacıların belirliyor olmasıdır. Gerek bu gazetede yazdığım yazılarda, gerekse -içerde ve dışarda yayımlanan- bilimsel makalelerde, yaşadığımız dünyaya ve bu dünyada müslümanların konumlarına ilişkin geliştirdiğim birkaç teorik çerçeve var. İnsanın kendinden sözetmesi elbette ki, nahoş bir şey. Ama bu teorik çerçevelerin bugün doğrulandığına, yaşadığımız sorunları ve olayları anlamamıza ve anlamlandırmamıza karınca kararınca yardımcı olduğuna dikkat çekmek bazen kaçınılmaz hale geliyor. Bunlardan birincisi şu: Özelde Türkiye, genelde ise İslam dünyası, modernliğin (modern Batı kültürünün) başlattığı büyük meydan okumadan bu yana çift yönlü bir temassızlık, donmuşluk, içine kapanmışlık hali yaşıyor: Müslüman toplumlar, hem kendi dinamiklerine, hem de hakim Batı kültürünün dinamiklerine kapatılmış; yani tarihte tatile çıkmış, zaman ve tarihin dışına düşmüş durumdalar. Bu durumundan kurtulmanın öncelikli yolu, hem İslam'ın dinamikleriyle, hem de hakim Batı kültürünün dinamikleriyle YÜZLEŞMEKten, yani temasa geçmekten geçiyor. Peki, yüzleşme, temasa geçme nasıl gerçekleştirilebilecek? Yüzleşmenin, temasa geçmenin yolu, zamana ve tarihe ÖZNE olarak müdahale edebilmekten geçiyor. İşte geliştirmeye çalıştığım ikinci teorik çerçeve burada odaklanıyor. Peki zamana ve tarihe ÖZNE olarak müdahale etmek ne demek? Şu demek: Reaksiyoner değil, aksiyoner; yıkıcı değil kurucu; dışlayıcı değil kapsayıcı veya kuşatıcı; asalak değil asalet sahibi olmak; tanımlanan değil, tanımlayan konumuna geçebilmek demek. Oysa Müslüman toplumlardaki gerek İslami, gerekse seküler söylem sahiplerinin bugüne kadar ortaya koydukları performans, tam tersi bir performans oldu. Bu nedenle de, hiçbir zaman ÖZNE olamadılar ve hep NESNE olarak kalmaktan, yani başkalarının geliştirdikleri referans çerçevelerini kullanmaktan, dolayısıyla sürekli olarak başkalarının söylediklerini söylüyor, başkalarının adına konuşuyor olmaktan kurtulamadılar; hatta bunun farkına bile varamadılar. Müslüman toplumlar, Osmanlı'nın çöküşünden bu yana hem kendi geleceklerini kendileri belirleyebilecek konumda olamadılar; hem de dünya sisteminin sahipleri, buna hiçbir zaman izin vermediler. Dünya sisteminin sahipleri burada iki yönteme başvurageldiler: Bir yandan kendi çıkarlarını küresel düzlemde garanti altına alabilmek için müslüman ülkelerdeki seküler ve totaliter rejimleri desteklediler; öte yandan da, bu toplumların müslümanlığın referans çerçevelerini kullanarak yeniden tarih sahnesine ÖZNE olarak çıkma mücadele ve süreçlerine sürekli olarak engel oldular. Ancak bu durum, yaklaşık son 30 yıldan bu yana şaşırtıcı bir hızla ve şekilde değişmeye başladı. Artık Batılılar ve İslam dünyasındaki seküler müttefikleri ne kadar rahatsız olurlarsa olsunlar, şu an yaşadığımız olaylar, müslüman kitlelerin hem kendi ülkelerinin, hem de dünyanın gerçekleriyle yüzleşmelerini ve ÖZNE olarak tarihe ve zamana müdahale etmelerini, yani kendi geleceklerini kendilerinin belirlemelerini mümkün kılabilecek gelişmelere zemin hazırlayabilir. Dünyada barışın, adaletin ve hakkaniyetin hakim olması isteniyorsa, müslümanların kendi geleceklerini kendilerinin belirlemelerine, tarihe ve zaman artık ÖZNE olarak müdahale edebilmelerine karşı çıkılmaması kaçınılmazdır. Aksi takdirde, küresel sorunlarla yüzleşildiği bir zaman diliminde, böylesi bir yola başvurulduğu sürece, dünyamızı yeni savaşların, çatışmaların, travmaların beklediğini görmek gerekiyor.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |