|
|
Seçim sistemi arayışları
"Türkiye'ye uygun seçim sistemi..." Türkiye uzunca süredir bunu arıyor. Anayasa iki kriter koymuş: Adil olsun, istikrarı sağlasın. Adalet, toplumdaki sosyal oluşumların Meclis'e güçleri oranında yansımasını öngörüyor, istikrar ise, ülkeyi mümkün olduğunca sancısız yönetecek bir hükümete ulaşmayı... İstikrar göreceli bir kavram. Meselâ, şu anki duruma baktığımızda, hükümet ortakları açısından, üç partiden oluşan hükümetin uyum içinde çalıştığı ve belirgin bir istikrarı temsil ettiği ifade edilebilir. Oysa, muhalefet ve toplumun çok geniş bir kesimi (kamuoyu yoklamalarına göre iktidara destek yüzde 20'nin altında) açısından baktığımızda ülkede istikrardan eser yok. Bu sebeple istikrar konusu her zaman tartışmaya açık bir konu. Bir şey daha var: İstikrar sağlama amacıyla seçim sistemlerinde gerçekleşegelen oynamalar, genellikle sosyal oluşumları kendi tercihleri dışında temsil edilmeye zorlama, daha açıkçası kanırtma amacı taşıyor ve zaman içinde partiler içinde kopmalara, bölünmelere yol açıyor. Zaman zaman TBMM'de bağımsız üye sayısının olağanüstü kabarması, partiler arası geçişmerin hızlanması bu yüzden. Bu da istikrar sağlayalım derken varılan başlı başına bir istikrarsızlık vakıası. İstikrar konusunun en zayıf noktası, hangi durumun istikrar olup olmadığına kimin karar vereceği hususu. Burada, halk oyundan ayrı bir özel değerlendirme mekanizması zımnen akılda tutuluyor ve ülkenin istikrar ibresini o mekanizma gözetliyor. Bir yerde tüm seçim sistemleri de, o mekanizmanın nazına göre oluşuyor, artı o mekanizmada meşruiyeti test ediliyor. Türkiye'de işin ilginç tarafı, Anayasadaki iki kriterin birbirini, ama çoğu zaman istikrarın adalet kriterini ifna etmiş olmasıdır. "İstikrarı engeller" düşüncesi öne çıktı mı, değme adalet formüllerinin pabucu dama atılıverebiliyor. İstikrarın engeli olarak da iki ihtimal üzerinde duruluyor: 1. Sayısal parçalanışın istikrar engeli olması. 2. Siyasal alandaki ideolojik heterojenlik (gayrı mütecanis olma) ihtimalinin istikrarı engelleyeceği korkusu. Birinci boyut, "Meclis'e küçük küçük partiler girerse bunun içinden hükümet nasıl çıkar, her partinin kaprisi istikrarı yoketmez mi?" sorusunu getiriyor. İkinci boyutta ise, merkezi ideolojinin çerçevesi dışında kaldığı farzedilen siyasi oluşumların Meclis'e etkin biçimde yansıması, ve bunun sistemi zorlaması endişesinden kaynaklanıyor. Burada da siyasî islâmî çizgi ile, siyasî Kürt çizgisi muhtemel risk alanları olarak not ediliyor. Bu durumda "adalet"i zorlayan proje arayışlarına gidiliyor. Barajlar bunun için konmuş. Oysa baraj konusu şimdilerde sistem açısından da dramatik hale gelmiş bulunuyor. Şu an iktidar partileri bile yüzde 10'luk barajın altında... Baraj böyle devam etse hiçbiri Meclis'e giremeyecek, belki bir-iki parti dışında hiçbir parti Meclis'e giremeyecek. Meclis'teki sandalyeleri de barajın üstünde kalan, ama oy yüzdeleri de belki yüzde 50'nin altında olan birkaç parti alıp götürecek. İstikrar adına adaletin katli. Baraj aşağı çekildiğinde ise, "sakıncalı" görülen (bunun adı HADEP) Meclis'e girecek. Acaba ne yapmalı? "Barajı kaçta tutarsak HADEP'in Meclis'e girmesi önlenebilir?" sorusu, adaletten de öte demokrasinin katli anlamına geliyor. İşin toplumsal planda ortaya çıkardığı sancılar (istikrar kaybı) da cabası. Adaleti zorlayan proje arayışları zaman zaman da, dünyadaki gelişmelerin tam tersine siyasal suç alanını genişletme eğilimlerine yol açıyor. Bunun, toplumsal - siyasal oluşumların kimliğini dejenere etmek gibi vahim bir sonucunun bulunmasından öte, "muğlak siyasal suçlar"la parti kapatmak gibi bir başka sonucu daha var ki bu da, siyasi temsili anlamsız hale getirmenin ötesinde, istikrar ararken istikrarın tahribi sonucunu doğuruyor. (Refah, Fazilet örneklerinde olduğu gibi...) İnsanların bir kısmının siyasi eğilimi barajın altında kaldığı için, bir kısmınınki ise, merkezi ölçülerle örtüşmediğine inanıldığı için devre dışı bırakılınca, geriye temsili demokrasinin neyi temsil ettiği sorusu kalıyor. Oysa doğru olan, şiddete yönelmemek şartıyla toplumdaki bütün toplumsal - siyasal oluşumların herhangi bir barajla tahdid edilmeden iktidar veya muhalefet olarak ülke yönetimine yansımasıdır. Halkın kendisinin temsil edildiğine inandırılmasıdır. Burada iki problem söz konusu: 1. Uzlaşma kültüründeki zaaf. Ben bunun zor da olsa, zaman içinde ve ancak deneye deneye aşılabileceğine inanıyorum. Toplum ve temsilcileri, uzun olmayan bir zamanda ülke sorunlarının ancak uzlaşarak çözüleceği noktasına gelecektir. 2. Asıl sorun, halka güven sorunudur. Bu, halktaki eğilimleri de yargılayan bir üst iradenin bulunduğu, dolayısıyla kimi halk eğilimlerinin meşru, kimininkinin gayrı meşru olarak değerlendirildiği anlamına geliyor. Yani halk iradesi her kademede sınavdan geçiyor? Halkın rüşdüne ermediğine inanılıyor. İşte burada demokrasi denen hadise ortadan kayboluyor. Sistem içinde etkin birilerinin, halk içinde etkin birilerine hep "Bunun önünü nasıl keseriz, bunu nasıl siyasal alandan dışlarız?" diye baktığı rejime demokrasi denmeyeceği açık bir gerçek. TAŞAR'IN AÇIKLAMASI: "Peçe ve Oryantal" başlıklı dünkü yazımla ilgili olarak Turizm Bakanı Sayın Mustafa Taşar bir açıklama gönderdi. Taşar açıklamasında "Bu konudaki tartışmaların kendisi dışında ve sun'i olarak meydana gelmiş olduğunu, bakanlığının bunun tarafı olmadığını" bildirmekte. Taşar, yazımda geçen "Yeni yolunuz size yakışıyor sayın Taşar" ifadesine de üzüldüğünü, yolunun zikzaksız ve sapmasız olduğunu belirtmektedir.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |