![]() |
![]() |
![]() |
![]()
|
![]() |
![]() |
|
![]() |
![]() Bayramlar, biz yazarlara, toplumun nabzını tutmada, dolayısıyla milletin imkanlarını, dinamiklerini ve zaaflarını keşfetmede bulunmaz fırsatlar ve imkanlar sunuyor. Eş, dost, akraba ziyaretleri sırasında yöneltilen sorular ve yapılan sohbetler, milletin haleti ruhiyesini keşfetmemize yardımcı oluyor. Eşsiz bir rahmet, bereket, mağfiret, barış, esenlik, coşku, dayanışma, yardımlaşma ve kardeşlik mevsimi olan kutlu Ramazan ayı ve Ramazan Bayramı Türkiye'de bir hayli sıkıntılı, İslam dünyasında ise hüzünlü, buruk ve hatta tedirgin edici bir hava içinde geçti gitti. Türkiye'deki ekonomik, siyasî ve ahlâkî çöküntü ve savrulmuşluk hali, milleti büyük bir boşluğun, çıkmaz sokağın, belirsizliğin ve ümitsizliğin eşiğine sürüklemiş. Bayram ziyaretleri ve sohbetleri sırasında insanımızı son derece karamsar buldum: İnsanlar, ülkenin son derece kötü yönetilmesinden ve yolsuzlukların, hortumculuğun, soygunculuğun handiyse bir hayat tarzı haline gelmesinden ürker hale gelmişler. Bayram ziyaretleri ve sohbetleri sırasında edindiğim izlenim, kısaca şöyle: "Dünyada iç ve dış imkanları, potansiyelleri, avantajları ve kaynakları Türkiye kadar çok olan ama Türkiye kadar kötü yönetilen bir ülke yok herhalde. Böyle bir ülkeyi, bu denli kötü yönetmek gerçekten büyük beceri isteyen bir iş olsa gerek. Bunu nasıl başarıyorlar, anlamak gerçekten güç doğrusu?" Görüldüğü gibi manzara, son derece anlamlı, düşündürücü ve de tedirgin edici. "Anlamlı, düşündürücü ve tedirgin edici" diyorum; çünkü insanımız Türkiye gibi bir ülkenin asla bu denli kötü yönetilemeyeceğinin çok iyi farkında. Biraz önce, toplumun son derece karamsar ve çaresiz olduğunu söyledim. Siyasetin bitirildiği, ekonominin çökertildiği, bir toplumu toplum yapan temel dinamiklerin fütursuzca dinamitlendiği, yerle bir edildiği bir ortamda toplumun karamsar olması elbette ki doğal. Bu karamsarlık meselesi, madalyonun sadece bir yüzü. Bir de madalyonun öteki yüzü var: Millet, memleketin son derece kötü yönetildiğini bizzat iliklerine kadar yaşadığı siyasi, ekonomik, kültürel ve ahlâkî sorunlardan ötürü biliyor ve görüyor. Ama millet aynı zamanda bu ülkenin bu kadar kötü yönetilmesine de bir türlü anlam veremiyor ve tahammül edemiyor. İşte madalyonun öteki yüzü, bu milleti adam yerine koymayan, millete "koyun", "sürü", "böcek", "yolunacak tavuk" muamelesi yapan ruhsuz kişilere çok ciddi uyarılarla dolu. Bu uyarıları şöyle özetleyebilirim: "Bu millet, gerçekten sahipsiz. Önüne gelen vuruyor bu millete. Yolunu bulan soyuyor bu milleti. Kafasına esen kafasına estiği şeyi yapabiliyor bu millete. Hem bu milletin en doğal hakları, özgürlükleri yok ediliyor, hem de bu milletin maddî ve manevî sermayesi tepe tepe tüketiliyor, çarçur ediliyor, dinamitleniyor. Kısacası, siyasette, ekonomide, kültürde, savunmada, medyada ipleri bir şekilde ellerine geçiren tipler, bu "ipler"i adeta milleti ve milletin iradesini ipe çekmekte kullanıyorlar ve böylelikle milletin önünü fena halde tıkıyorlar. Bu milletin önünü tıkamasalar, bu millet kendi geleceğini kendisi çok iyi belirleyecek". Evet millet, "gölge etmesinler başka ihsan istemiyoruz" diyor. Bayram ziyaretleri ve sohbetleri sırasında edindiğim izlenimlerden özellikle elitlerimizin, bu ülkenin sivil-asker yönetici sınıfının çıkarması gereken hayatî dersler var. Evet, Türkiye'de bir devlet var; ama bu devletin bir milleti var mı? Varsa nasıl bir millet bu? Yoksa neden yok? Şunu iyi bilelim: Türkiye'de millet "yok": Yani milletin millet olma ruhu ve bilinci büyük ölçüde yok edilmiş, en azından zedelenmiş durumda. Bu hayatî gerçeği yabancılar bile çok iyi görüyor (örneğin Türkiye üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Oxford Üniversitesi'nden Profesör Philip Robins, "Türkiyede elitlerin / aydınların kimliği ile toplumun kimliği birbirini birbirini beslemiyor, bütünlemiyor; aksine birbirini itiyor; yani çatışma halinde" diyor) ama bizim elitlerimiz ve aydınlarımız -elbette ki, işlerine gelmediği için- bu gerçeği görmek istemiyorlar. Bir milleti millet yapan olmazsa olmaz temel dinamikler vardır: Bu dinamiklerin başında kültür gelir. Kültür, boşlukta oluşmaz ya da tepeden dayatılarak oluşturulamaz. Kültür, belli bir tarihsel, siyasal, toplumsal ve ekonomik sürecin sonrasında oluşur ve şekillenir. Kültür, bir topluma, kimliğini, ruhunu, hayat tarzını, dünyaya bakışını, insan-doğa-Tanrı anlayışını, kısacası ben-idrakini / ben-bilincini verir. Kültürün en önemli kaynağı din'dir. Din'siz kültürden sözedilemez. Din'siz bir kültürün hakim olduğu toplum; ruhsuz, dinamizmini, yönünü ve özgüvenini yitirmeye ramak kalmış bir toplum olmaya mahkumdur. Türkiye'de toplumumuzun kimliğinin, ruhunun, anlam haritalarının temel kaynağı İslâm'dır. İslâm bu toplumun en temel bütünleştirici hayat ve hayatiyet kaynağıdır. Ramazan ve bayram, İslâm'ın bu topluma ne denli hayatî bir ortak payda, kardeşlik, barış, esenlik, dayanışma, yardımlaşma kaynağı ve zorluklara göğüs germe imkanı sunduğunu çok çarpıcı bir şekilde göstermektedir. Önümüzde böylesine bulunmaz imkânlar bulunmasına rağmen, bu ülkede bu imkânların temel kaynağı olan İslâm'ın hayatın her alanından uzaklaştırılması için adeta sapkınca çaba içine girildiğini gözlemliyoruz. Soruyorum şimdi: Bir milleti millet yapan temel dinamikleri dinamitlemek, o toplumu ve o ülkeyi intiharın, içinden çıkılmaz bir çıkmaz sokağın eşiğine sürüklemek ve o ülkeyi kurda kuşa yem etmek demek değil midir?
|
![]() |
|
![]() |
![]() |
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |