Selahattin Yusuf’un Kapı Yayınları’ndan çıkan Umudun Göğe Yükselişi (2023) isimli romanına yeni el atabildim. Kısmette Trabzonlu bir yazarın kitabını Maçka’da okumak varmış. Zanoy’da, çay eşliğinde, dumanlı dağlara bakarak...
Yusuf, Trabzonlu ve 1974 doğumlu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. İlk felsefe ve edebiyat yazıları fakültedeyken arkadaşlarıyla birlikte çıkardığı Mektebi Mülkiye dergisinde yer buldu. Akademik çalışmalarını sürdürürken, ‘yazar’ olmaya karar verdi. İlk kitabı 1990’ların sonunda yayımlandı. Birçok süreli yayın ve televizyonda çalışan, ödüller alan yazarın 10’a yakın kitabı bulunuyor.
Zaman zaman beni Mardin ve Muş’ta yaşadığım günlere götüren romanın başlangıç hikâyesi hakkında konuşmuştu yazar. Hatırladığım kadarını aktarayım: 2002’de askere alınır. Siirt Jandarma Özel Harekat. Görevinin son iki ayında Eruh’a, Merkez Karakolu’na sürülür. Karakol komutanı bir gün onu çağırır, yazar olduğunu teyit ettirdikten sonra, içinde dinî duygular taşıyan ve aşka yönelik olacak bir mektup yazmak için yardım ister. Mektup o gece yazılır. Bu olaydan yaklaşık yirmi yıl sonraysa mektup hadisesi önce kısa bir hikâyeye sonra da romana dönüşür.
Umudun Göğe Yükselişi’nde hareket noktası yaşanmış bir olay. Deneyimlerini eserine katıp yeni ve sade bir üslupla yazıya döküyor Yusuf. Bir sohbette, “Tanımadığım, bilmediğim mekânları yazamıyorum” dediğini hatırlıyorum.
Bu eserinde aşk, romantizm, trajedi, korku ve komedi unsurlarını kullanarak hem mektup hikâyelerine modern bir katkı yapıyor hem de askerliğin bunaltan atmosferini kendi bakış açısıyla resmediyor Yusuf. Eserin merkezinde aşk ve mektup varsa da mektup öne çıkıyor çünkü yazabiliyorsan âşıksın. Yazamıyorsan vay haline, hiç aşktan bahsetme!
Bir komutan (Seyit-Seyko) ve bir yazar (Yusuf) asker ocağında buluşur. Komutan bir kızı sevmekte (Ayten) ve ona -başarısız- mektuplar yazmaktadır. Yusuf, ilham perilerinden uzakta bir yazar-askerdir (kısa dönem). Seyit, Yusuf’u görür ve kafasında şimşekler çakar. ‘İşte mektupları yazacak ve durumu lehime çevirecek kalem’ diye düşünür. Otuz üç bölümlük hikâye başlamış olur. İlerleyen sayfalarda görürüz ki Yusuf, Seyko’nun aşkını yeterli görmez hatta bu duygunun onda saplantı haline geldiğini tespit eder. Onu küçümser. (Mektup yazamayan adamdan âşık mı olur?) Yusuf’a göre, “Bir gözyaşı gölü ve kan çanağıydı” (s. 33) komutanın mektupları.
Eserde aşk mektup bağlantısının yanı sıra Seyko’daki ‘sarı ışık’ ‘beyaz ışık’ takıntısı/ikilemi de dikkat çekici. Sarı ışıkta kendini buluyor Seyit. Beyaz ışığın soğuk bir yüzü var onun nezdinde. Yaşama sevincini/kendini ışığın loşluğunda buluyor.
Komutan ve yazarın 'mektup' ilişkisi Seyit’in şu sorusuna gelip düğümlenir: Sen ... Ayten’le ... Tanışmadın ... Değil mi, lan?! (s. 168). Ölümün üzerine yürüyen biri olarak korkar Seyko, Yusuf’un kendi yerini almasından korkar. Hep sert yüzüyle karşılaştığımız komutan aslında, “... korkmuyor değil, korkamıyordu” (s. 22). Öte yandan Seyko lakabı ‘sayko’yu hatırlatıyor. Dilimizde sayko, psikopat, çılgın ve enteresan kişileri tanımlamak için kullanılıyor. Seyit komutan da bu özellikleri taşıdığı için lakap yerini bulmuş.
Komutanla Yusuf’un karşılaşma ânı ve ‘mektup yazma’ teklifinden sonraki anlar çok iyi tasvir edilmiş (s. 37-48). Gerginliği ve yol açtığı soğukluğu ben bile hissettim.
Yusuf’a kışladaki güllerin bakımı görevi verilir. Güller, askerlerin içtimada dayak yemelerine neden olacak kadar önemli. Yusuf, yüksek sesle konuşur onlarla ve güllerle konuşan yazar olarak bir haftalık ‘revir’ hediyesi alır. “-güllere ne yazık ki numara verilmişti-” (s. 50). Askerlik böyledir bizde. Yeri gelir ağzından çıkan lafa bile bir numara verilir!
Söyleyişini yadırgadığım, tuhaf bulduğum ve sevdiğim cümleleri var yazarın. Önce tuhafıma gidenler. “... meslek hayatı boyunca (kıdemli üsteğmen rütbesinde!) yüzlerce kanlı can pazarından sağ çıkmış...” (s. 10), “Kemikleri kıkırdadı” (s. 25), “Durmadan cinsellik konuşan birer hadım ağasına dönüşmüşlerdi” (s. 28), “Ruhun boşuna yere uyandırılmış oluyordu” (s. 180), “Nefeslerimi kontrol etmeye uğraşarak” (s. 195), “… yan ranzamdaki” (s. 204). Sevdiğim cümlelere gelelim. “İnsanın kalbini kıracak denli güzel, garip ve suskundu dünya” (s. 17), “Bir kasaturanın ucuyla karılmış gibi bulanık kurt gözleri” (s. 27), “… gülümsemem seri numaralı tiftik battaniyemin kenarına hafifçe sürtünüyordu” (s. 48), “Burnunu soru işareti biçimindeki bir çelik halkaya kaptırmıştı” (s. 108).
Sevgiliye sayfalarca mektup yazan yok artık. Haz ve hız çağı önüne geleni sürüklüyor. Ayakta kalabilmek mümkün değil gibi gözüküyor. Allah büyük!
Son diye bitiyor roman. Komutanın mektubundaki gibi. Yazar (asker) kalıyor, âşık (komutan) ölüyor. Ben de cevap arayan iki soruyla baş başa kalıyorum. İlki Aşk mektuba (kendisine) dönüşünce mi aşktır? İkincisi okuru taşıyan araç metin mi yoksa metni kimin yazdığı mı? Ne dersiniz?
Dilerim, askerliği, mektuplu günleri özellikle de Güneydoğu gerçeğini anlatan romanlar artar.
Kuşların dilinden...
Şiirine pek âşina olmadığım Esma Polat, Kuşlarla Bir Hatıra’sını (Uzam Yayınları) bu yılın başında imzalayıp göndermişti. Nazik davranışına cevap olarak şiirlerini bir romanla beraber dönerli olarak okudum, kuşların ve yeşilin cennetinde.
Polat’ın kitabına geçmeden önce kendisinden bahsetmeliyim. 1970’lerin sonunda, İzmir’de doğar. Gazi Üniversitesi’ni bitirir. Lisans ve doktorasını tamamlar. 2002’de başladığı öğretmenlik görevini sürdürmektedir. Şiirleri Şiar başta olmak üzere, birçok dergide yayımlanır.
Kitapta kuş seslerine karışan iki bölümde toplam 24 şiir var. Bunlardan üçünün başlığına da kuş konmuş. İçerideyse yaklaşık 25 yerde kuşlar cıvıldaşıyor.
İlk bölümdeki şiirler ölçülü. Diğerindeyse içinde bir nebze ölçü taşıyan serbest çalışmalar var. Dikkat çeken nokta, tarzlar değişse de Divan edebiyatından beslendiği görülen Polat şiirinin gücünü kaybetmemesi. Şairin heceyle güçlenen şiiri serbestliğin sağladığı genişlikte de aynı gücü sağlamaya çalışıyor. Dizelerindeki Yunus Emre’yle akrabalık taşıyan sadelik ve kısalıksa şiirini Türkçe göklerine doğru kanatlandırıp havalandırıyor.
Ölçülü şiirlerini daha çok sevdim. Bunu heceye yakın oluşuma bağlıyorum. İstisnai durumlar hariç noktalama işareti kullanmıyor şair. Bu tür yazımın yahut dizilişin okuru rahatlattığı inkâr edilemez. Türk diline etkileri ayrı konu.
Kitapla ilgili notlar almışım. İlki beni çocukluğumun kışlarına götüren, “Fısıltılar yakarış iç huzuru ve kör kış” (s. 12) dizesi. Lapa lapa kar yağarken mangal başında ıhlamur demliğinden yükselen tıngırtıyla uyuklamak.
İsmet Özel'i hatırlatan bir Türk tarifiyle karşılaştığımda şaşırmadım: Derim pırıl pırıldır kara asil ve terli (s. 13). Türklük yanı kuvvetli Polat’ın. “... türkü olup akarım” (s. 14) ifadesiyse sanki ırmağın türküsünü söylüyor ve o huzur veren akışı hissettiriyor.
Yer yer cevabı zor bulunur sorular soruyor: Hangi yol kalır söyle sonsuza kadar ıssız (s. 18). Bazen de izahatlar yapıyor: Göç yolunda kaybolmuş kalbimiz yitik bir kuş (s. 19) veya Dünya denir adına sihirlidir bu çember (s. 22) gibi.
Altı çizili dizelerle devam edeyim. “Suskunluğum demlenir türkü olup akarım” (s. 14), “Haziranın rüzgârı mendilimin saçında” (s. 28), “Bahçelerin duvarında uzun türküler sızlar” (s. 50), “Bir nar bölünüp bölünüp sabaha” (s. 52), “Güneşler yenilginin nizamından doğar” (s. 61), “Üşürdü kızlar şiire sarınırdı usulca” (s. 67) ve “... adam yeri delerek bakıyor” (s. 72).
Kuşların dilinden konuşan eserle ilgili yazıya kelimelerine kuşlar konan bir dizeyle son vereceğim: Derin bir maviliğe sarınıyordu kuşlar (s. 11).