|

Yazarken bir çocuğa dönüşüyorum

Yazar, çevirmen Hasan Karaca’ya çocuk edebiyatı ile ilgili sorularımızı yönelttik. Karaca, “Yazarken bir okur veya bir okur profili tasarlamıyorum. Zihnimde bir çocuk yok. Kendim bir çocuğa dönüşüyorum. Sesli düşünüyor ve düşündüklerime yakın hisleri olan birilerinin varlığına inanıyorum.” diyor.

Zeynep Tuba Kesimli
04:00 - 15/06/2024 Cumartesi
Güncelleme: 00:09 - 15/06/2024 Cumartesi
Yeni Şafak
Hasan Karaca.
Hasan Karaca.

Kitaplarınızdaki biyografilerde “Kitapları, yazmayı sevdiği için yazar.” diyerek bize ipucu verseniz de hikâyeyi merak ediyoruz. Çocuklar için yazmaya nasıl ve ne zaman başladınız?

Çocukluğumdan beri elimde kitapla gezerim. Okuyacağım kitabı seçerken çocuk kitabı, yetişkin kitabı diye ayırmıyorum. Eğlenceli mi, fantastik mi, ciddi mi; felsefe mi, edebiyat mı, bilim mi? Okuyacağım bir sonraki kitabı daha çok bu kriterlerle belirliyorum. Tabii bir de zorunlu olarak okumam gereken fakat çoğunlukla okumadığım kitaplar var. Ayrıca zorunlu olmasaydı kesinlikle okurdum, dediğim kitaplar var. Yazarken de bu değişmiyor. Bazen her şeyin mümkün olduğu dünyalar olsun istiyorum, bazen mümkünün kurallarını irdeleyen yazılar, bazı zamanlarda da ikisi arasında gidip gelen denemeler. Bazen yetişkin olarak yazıyorum, bazen çocuk olarak.

* Her Şeyi Onaran Adam, biyografi yazımının didaktizme yönelme, çocuk dilini yakalayamama gibi problemlerine kapılmadan kaleme aldığınız bir eser. Bir vazo tamirinden ülke inşasına uzanan bu hikâye nasıl ortaya çıktı?

Her Şeyi Onaran Adam, yayınevinin isteği üzerine ortaya çıktı. Doğrusu talep üzerine kitap yazmak zor geliyor. Zorunlu kitap okumak gibi. Abdülhamit’i veya herhangi bir şeyi anlatmak için yazmıyorum. Yalnızca sesli düşünüyorum. Bu yüzden, Abdulhamit’in benim için ne ifade ettiği, sorusundan hareket ettim. Bir şeyleri yapmaya, güzelleştirmeye çalışırken ister istemez başka şeyleri ihmal ediyor veya kırıyoruz. Ya da bir yeri düzenledikçe ve onardıkça başka kusurlar görmeye başlıyoruz. Sürekli karşımıza çıkan bu açmaz, Abdülhamit ve çağdaşlarında devasa boyutlar kazanıyor. Yıkılan bir dünyayı onarmak, bir tarafı düzeltirken diğer tarafın çatladığını görmek, yine de onarmaya devam etmek güzelleştiriyor bu hikâyeyi. Sonra başkaları üstleniyor bu onarma çabasını. Abdülhamit kitabını bu anlamda tamamlayan bir Atatürk kitabı büyütüyorum baştan beri içimde. Bir gün kelimeye, cümleye, öyküye ve belki elimize alıp okuyacağımız bir kitaba dönüşecek.

* Hasan Karaca’nın “Sevdiği eserleri Türkçeye ve Almancaya kazandırmak gibi alışkanlıkları var.” Size, bu kitabı başkaları da okumalı kararını verdiren nedir?

Bir kitabın bizi neden etkilediğini tespit etmek çok güç. Sonrasında sizin sorduğunuz şekilde bir soru üzerine hedeflerimizi rasyonelleştirebiliyoruz: Kitabın ana fikri beni etkiledi, diyebilirim. Her şeyin görsele odaklandığı hissini uyandıran bir ortamda sesin büyüsünü gözler(!) önüne seren bir kitap harika bir yaklaşımdı. Fakat kitapları böyle seçmiyoruz. Resimlerini seviyoruz belki, adını, ya da kağıdının dokusunu, kitabın ebadını. O günkü ruh hâlimize göre belki renklerini. Sonra da bu ilk belirsiz hislerimizle örtüşüyor bir kitap ve benimsiyor, seviyoruz. Derken sevdiğimizi paylaşmak, eşe dosta hatta bazen ele güne anlatmak istiyoruz. Bunun gibi paylaşmak istediğim başka kitaplar da var. Fakat bazen bir kitabın önü bir şekilde açılıyor, her şey paylaşılması için el ele veriyor. Örneğin Ses Bakkalı bu şekilde ilerledi. Ve bir bakıyorsunuz kitap okurunu bulmuş.

Çeviri bunu sınırlar ötesine taşımayı sağlıyor. Bu çok değerli bir kazanım. Asla ulaşamayacağımız bir eseri ayağımıza kadar getiriyor. Tabii, Her Şeyi Onaran Adam’da olduğu gibi bu da başka kusurlar ve başka çatlaklar gösteriyor bize. O kadar ülkede, o kadar farklı dillerde kim bilir ne kadar güzel ve bize dokunacak eser var, ne var ki varlıklarından haberdar bile değiliz.

* Margaret Meek bizlerin daha deneyimli okurlar hâline geldikçe daha az beceri gösterdiğimizi söylüyor. Çoklu okumaya müsait, katmanlı metinler kaleme almanız çocuk okurun becerisine olan güveninizden mi kaynaklanıyor?

Kitabı anlamlı kılan okuma eyleminin kendisidir. Dolayısıyla okur, kitabın kaçınılmaz bir parçası hâline geliyor. Bununla birlikte yazarken bir okur veya bir okur profili tasarlamıyorum. Zihnimde bir çocuk yok. Kendim bir çocuğa dönüşüyorum. Sesli düşünüyor ve düşündüklerime yakın hisleri olan birilerinin varlığına inanıyorum. Aslında ne düşünürseniz düşünün, böyle birileri vardır. Bunun dışında bir çocuğun kitapla ilk teması sizin yazdığınız kitap olma ihtimali oldukça düşük. Ortaya koyduğunuz eser bir kitapsa bir çocuğa değil, çocuk yaşta okura ulaşıyorsunuz. Çocuk yaşta bir okurun yetişkinlere göre daha az karmaşık düşündüğünü sanmıyorum. Farklılıklar varsa, bunlar düşünme biçimleriyle ilgili olabilir. Yetişkinlerin düşünme kalıpları değişiyor, yerine göre daha deneyimli olabiliyor, dolayısıyla beklenti içeriyor. Oysa tam da bu beklentisizlik, çocuk olarak kitap yazmayı güzel kılıyor: Bir sandalye bisiklet sürmeye başlayabiliyor ve bir sokak lambasını uyku tutmuyor... Bir sokak lambasının uyuyamamasının verdiği acıyı bir yetişkine anlatmak çok zor.

Umudumuz bir tohum gibidir

Emine Arlı’nın envai çeşit kokuyla zihinlerimize kazınan kitabı Dedemin Kurabiyeleri ile tanıdığımız Menesse ve Samir bu kez arkadaşlarıyla birlikte; en güzel yemekleri nohut ve tahinle yapılan, tüm hikâyelerin başladığı kayıp “Limonların Şehri” ni arıyorlar. Öğretmenlerinin bir cümlesinin peşine düşen ve büyüklerin hakkında çok da bilgi sahibi olmadığı bu şehri, duvarlara yapıştırdıkları kayıp ilanına gelen cevaplarla bulmaya niyet ediyor çocuklar. “Yetişkinler ne yaparsa bir şehir kaybolur?” “Yaşananlar sadece bir şehrin ya da bir ülkenin sorunu mudur?” sorularına çarpıcı cevaplar sunan kitap, incelikli bir dille mesajını verirken okura da keyifli bir okuma deneyimi sunuyor. “Yer gök, tüm şehirler limon kokuyordu. Limon şehrini yok ettiklerini sananlar, şimdi tüm şehirlerin limon şehrine dönüşmesini şaşkınlık ve korkuyla izliyorlardı.”

Limon Çekirdekleri, Emine Arlı, Timaş Çocuk, Mayıs 2024, 64 sf.

Biraz neşe topu, az çıtırdayan ateş

“Bu şehrin sokaklarından birinde daha önce dikkatinizi çekmeyen, üç katlı, yeşile boyanmış, sıradan bir ev bulunuyor. Bu evin en alt katında, hemen girişte Ses Bakkalı var.” Bu cümlelerle açılıyor haftanın her gününe ait kısa bir öykü okuduğumuz Ses Bakkalı. Ses Bakkalı, kimin hangi sese ihtiyacı varsa o sesi temin eden bir tedarikçi aslında. İsmi bakkal olsa da bu işi para karşılığında yapmıyor. Geceleri etraf çok sessiz olduğu için uykusu gelen bir sokak lambasının biraz araba geçiş, bir tutam siren, bir miktar insan konuşması sesine ihtiyacı var örneğin. Bir hayaletin korkutucu seslere, bir solucanın bisiklet garajına vuran yağmur sesine… Parlak bir fikirden yola çıkarak kaleme alınmış bu eser Alman yazar Kathrin Rohmann’ın imzası taşıyor. Çevremizde duyduğumuz ama çoğu zaman fark etmediğimiz seslere odaklanmamızı, yeni sesler keşfetmemizi sağlayan kitap sonunda “Ben olsam Ses Bakkalı’ndan hangi sesi isterdim?” sorusunun cevabını ararken buluyoruz kendimizi. İşittiklerimize yeni isimler bulmak da cabası. 7 yaş ve üzeri okur için.

Ses Bakkalı, Kathrin Rohmann, Erdem Çocuk, İstanbul 2024, 64 sf.

#Aktüel
#Hayat
#Edebiyat
15 gün önce