Ah bulutlar bulutlar...

04:0017/08/2018, Cuma
G: 17/08/2018, Cuma
Fatma Barbarosoğlu

Kadın ilk cümlesini kurmak için bir müddet bekledi. İçinin sesini dinledi bir müddet. Dış dünyadan kopmayı denedi. Dışındaki seslerin içindeki sesleri bastırmaması için birkaç egzersiz yaptı. Bir şiir okudu. Zihninde canlanan ilk sahneyi sanki birine anlatıyormuş gibi kelime kelime yeniden tanımlamaya girişti. Değişik bir kitap yazısı olmasını istiyordu. Kitap ile hayatın, sayfadaki sesler ile dış dünyanın seslerinin birbirine karıştığı bir yazı. Ne yapacağını henüz bilmiyordu. Daha doğrusu yapmak

Kadın ilk cümlesini kurmak için bir müddet bekledi. İçinin sesini dinledi bir müddet. Dış dünyadan kopmayı denedi. Dışındaki seslerin içindeki sesleri bastırmaması için birkaç egzersiz yaptı. Bir şiir okudu. Zihninde canlanan ilk sahneyi sanki birine anlatıyormuş gibi kelime kelime yeniden tanımlamaya girişti. Değişik bir kitap yazısı olmasını istiyordu. Kitap ile hayatın, sayfadaki sesler ile dış dünyanın seslerinin birbirine karıştığı bir yazı. Ne yapacağını henüz bilmiyordu. Daha doğrusu yapmak istediğini nasıl yazacağını. Hayata teslim bir kitap yazısı yazmak istiyordu. İlk cümleyi yazınca arkası geldi:



Iris Mordoch benim için daima matruşka bebekler gibidir. Romanı okurken içinden kendi hayatınızı çıkardığınız bir tarzı vardır. Deniz Deniz romanı da öyle oldu. Belki romanın kahramanı ile (ki kahramanı emekli olunca deniz kıyısında bir köye yerleşmiş aktör) aynı mevsimi (o anılarını yazmaya sonbaharda başlamıştı ben sonbaharda onun anılarını okumaya başladım) ve aynı ruh haline (kendini hayattan emekli etmek) sahip olduğum için roman bende hatıralar denizi tadı bıraktı.

Sözü nereye getireceğim... Deniz Deniz’i üç sayfa üst üste okuyamıyorum. Sıkıldığım için değil, yukarıda bahsettiğim nedenden ötürü. Nasıl oluyor da bazı yazarlar kendi metinleri üzerinden bizi kendi hayatımızın şimdi hatırlamadığımız teferruatlarını hatırlar hale getirebiliyor?

Mesela şu satırlar beni çocukluğumun hasta ve yalnız günlerine bırakıp kaçtı: “Bugün hava bulutlandı. Bulutları seyrederken, daha önce hayatım boyunca hiç öylece oturup bulutları seyretmediğimi fark ettim. Çocukken, zamanımı bu şekilde ‘ziyan etmeyecek’ kadar huzursuzdum. Zaten annem engel olurdu buna” (s.44).

Benim çocukluğum uzun uzun bulutları seyrettiğim bir çocukluk. Yolda yürürken bile önüme değil bulutlara baktığım için dizlerimi kanattığım çoktur. Müzmin bronşitim nüksedince pencerenin kenarına oturur bulutları seyrederdim. Rahmetli ninem aşağıda oyun oynayan arkadaşlarıma değil de bulutlara baktığımı görseydi aktör C.Arrowby’nin annesi gibi engel olur muydu?

Büyüdükçe bulutlara daha az bakar oldum ve çocukluğu değil, çocukluğumdaki bulutlara bakan halimi özlediğimi fark ettim. Her defasında uçan balonumu bulutlara gönderir sonra bir daha böyle bir şey yapmayacağım diye söz verir ama bir dahaki sefere bakalım ne kadar uçacak ben bulutlara karıştığını görecek miyim diye yine onu elimden “kaçırmış” olurdum. Büyüklerim nasıl olurdu da aslında onu kaçırmadığımı fark etmezdi, hâlâ anlamış değildim. (Yoksa ben sahiden her defasında balonu kaçıracak kadar saftım da yıllar geçtikçe bu saflığımı iradi ve şiirsel bir sahne ile örtmek yoluna mı gitmiştim?)

Yazarlar için kahramanlarının gökyüzü ile ilişkisine dikkat kesilmek önemli olmalı. Zaven Biberyan’ın Yalnızlar romanında hizmetçi kız Gülgün (Fatma)’ü okuyucuları için bilinir kılmaya çalışırken kullandığı ifadelerden biri şöyle: “Dışarda ağaçlardan ve gökyüzünden başka bakılacak bir şey kalmamıştı. Gülgün asla göğe bakmazdı” (s.16).

Geçerken söylemiş olayım Zaven Biberyan’ın “Yalnızlar” romanı 1950’leri anlamak için sosyolojik açıdan önemli olduğu kadar, edebi açıdan da son derece başarılı bir roman. Şu sıralar okumayı denerseniz İstanbul’un sayfiyesine, insan ilişkilerine, bunaltıcı havanın bir roman kahramanı olarak satırların arasına gizlenmiş haline rastlarsınız.

Size tuhaf gelecek ama ben her yazarın her mevsim okunmayacağını, bazı romanların ancak romanda geçen mevsime uygun olarak okunması gerektiğine inananlardanım. “Yalnızlar” romanı muhakkak yazın okunmalı.

Yukarıdaki satırları, içinde bulut geçen bir yazı siparişi üzerine kaleme almaya başlamıştım. (Hangi kaleme? Artık kalem mi kaldı? Yazdığım yazıyı daha sonra sökemiyorum bile. Öyle kargacık burgacık bir yazı. Adet olmuş işte kaleme almak diye...) Siparişlerin acele yetişmesi gerekir. Bu yüzden sipariş yazılar hayatı erteler. Hayatın kokusunu, rengini, rüzgârını keser sipariş yazılar. Suyun oynaşmak istediği masamın üzerinde bayrama kıyafet yetiştiren tüccar terzi gibi etrafımı görmeden yazmaya uğraşırken anneannesi tarafından yüzme öğretilen üç yaşlarındaki sarışın çocuğun cümlesi ile uyanıverdim. Yazı yazmak da bir çeşit uyku halidir. Kelimelerine uyanık, etraftan gelen seslere sağır.

Suyun üzerinde durmayı öğrenmiş olmanın verdiği kıvançla ellerini başının altına koyarak sırtüstü uzanmış bir ağa gibi yatıyordu, sarışın minik çocuk. Bir hafta önce yapamadığı şeyi artık yapabiliyor olmanın verdiği güvenle mavi beyaz bulutlardan gözünü ayırmadan ben oraya gitmek istiyorum dedi. Anneannesinin nereye diye sormasını beklemedi. Nereye değil de nasıl gideceksin diye soracağından adeta emin, suyun üzerinde kulaç atabiliyor olmanın verdiği güvenle böyle kuşlar gibi diye açtı kollarını. Kuşlar gibi kanat çırpa çırpa.

Torununun söz dağarcığına itina ile dikkat kesildi anneanne. Süphanallah’ları ard arda sıraladı.

Çocuk, yaşının çocuğu gibi değil de küçük bir bilge gibi devam etti: “Bulutlara bakmayı seviyorum. Bulutlar insanın içini yıkıyor. Deniz bizi yıkıyor. Bulutlar içimizi”.

İçini kendine ait saymıyor bu çocuk diye not aldı anneannesi. Torununun kullandığı her cümleyi itina ile yerleştirmeye çalışsa da zihnine, üç gün sonra hatırlayamadığını fark etti. Beş çocuğundan sadece büyük olan için hatıra defteri tutmuştu. Diğerlerinde hiç vakti olmadı. Kaydını tuttuğu hatıraları sonra eşit bir şekilde pay etti her birine. Hatırlamıyorum dese küserdi küçükler. Ama ağabeyimizin her şeyini hatırlıyorsun derlerdi.

Sarışın küçük çocuk, bir müddet gözünü bulutlardan ayırmadan durdu. Neden sonra tam ben Biberyan’ın satırlarını hatırlamaya çalışırken karşıdan gelen keçilere dikkat kesildi. İki keçinin birbiriyle toslaşmasına. ‘Kim bunlar?’ diye sordu. Uzaktan tanıdık gelen ama belki de çok yakın akrabası olabileceği ihtimalini gözden uzak tutmadan.

Sarışın minik çocuğun anneannesi çocuğun sorusuna soru ile cevap vermek yerine susuyordu. Biliyordu ki cevap gelmeyince minik sarışın oğlan izahlara, tasvirlere girişecekti. “Bu toslaşanları diyorum anneannee bu toslaşanları”. Anneanne düşündü, toslaşmayı kimden öğrenmişti? Bu toslaşanları tanıyor muyuz diyorum diye yineledi küçük sarışın çocuk.

Keçileri mi? dedi anneannesi. Keçi mi onların adı? Keçi! Güzelmiş. Beğendim dedi her yeni duyduğu kelimeyi bir gurme edası ile zihnine yerleştiren çocuk. Keçi demek... diye tekrarlardı. Keçi. Ke-çi. Ben keçi olmak istiyorum evet kararımı verdim keçi olacağım. Sevdim bu işi, böyle toslaşa toslaşa. Ben keçi olmaya karar verdim.

Çocuklar keçi olamaz! dedi anneannesi. Nasıl yani! diye bağırdı çocuk. Keçi kıyafeti giysem bile mi keçi olamam!? Ama ben de onlar kadar toslaşmayı başarabilirim.

Hayatın ritmi kitabı ele geçirdi. Bundan sonrası benim o küçük sarışın çocuğa uzun uzun bakışımdır. Onun gözlerini, gökyüzüne kaldırıp, sonra onu keçilerle toslaştırışımdır.

Ve dahi yazılamayan sipariş yazıya son verişimdir.

#Çocuk