İHH Yardım Teşkilatının fedakar gençleriyle birlikte Ramazanın son haftasını mülteci kamplarında geçirmiştik. Anlatılması zor ama birkaç şeye değinmeye çalışacağım bu yazıda.
Rima Razuk, beş on kadın halka olmuş konuşuyorduk. Onun yüzünde hayatımda ilk kez gördüğüm solgun ama çok içlerden gelen bir parlaklık vardı. Hikayesi hem biricikti hem de tek büyük bir hikayeden koparılmış küçük bir parça. 1967'de Filistin'in kanlı işgali sırasında anne ve babası birçok yakınlarını kaybetmiş. Babası elinde evlerinin anahtarları ve tapusuyla ülkesini terketmek zorunda kalmış. Yıllar sonra Lübnan'da Trablus şehrinde sığınmacılar önce çadırlar, sonra derme çatma evler derken yaşanacak bir kamp kurabilmişler. Zamanla burada yeni bir yaşam ritmi yakalamış evsiz ve yurtsuz olarak dünyanın unuttuğu insanlar. Duvarlarla tecrit edilmiş bu yer: Nahrül Barit kampı. Rima evlenmiş ve dört çocuk doğurmuş. Birkaç ay önce kocası kanserden ölmüş.
Geçtiğimiz mayıs ayında Lübnan ordusu İsrail'e hoş görünmek için El Kaide üyelerini arama ve yoketme bahanesiyle bütün kampı bombalayarak yerle bir etti. Bir ay boyunca hiç dinmeyen bombalar yüzünden perişan olduklarını, sığınaklarda aç beklediklerini söyleyen Rima ve komşuları, bombalamaya ara verileceği anonsunu duyunca kendilerini dışarı atmışlar. Ölülerini gömemeden evden eve kaçarak dehşet içinde dışarı çıkan binlerce insan, bildikleri tek yer olan başka bir Filistin mülteci kampına, Beddavi'ye doğru yürümeye başlamışlar. Burası da on onbeş sokaktan ibaret yoksulluğun dibe vurduğu koşulların ürkütücü olduğu bir yer. Rima dört çocuğunu adeta sürükleyerek buraya kadar gelebildiğinde, okulların bütün sınıfları, garajlar, kilerler, depolar, bodrumlar her yer çoktan insanlarla dolmuş. Sonunda hava kararmış ve o hala sığınacak bir yer bulamamış halde çocuklarıyla yürümeye devam ederken, durumunu farkeden Lübnan'lı bir kadınla karşılaşmış. Ona geçici bir süre evinin bir odasında kalabileceğini söylemiş. Şimdi orada kalıyor. Tabii ne zamana kadar sürer bu konukluk diye kaygı içinde, çaresizliğin acısını çekerek. Benzer hikayeleri olan diğer kadınlar da bilgisayar operatörü, öğretmen, kimyager.
Onbeş bin kişi yaşarken çekilmez olan Beddavi kampının nüfusu şimdi 45 bin civarında. Şimdi Beddavi kampı bir numara. Kampta sadece derme çatma yiyecek dükkanları var, bu bile insanların sadece fiziki varlıklarını muhafazaya yönelik bir yaşam savaşı verdiklerinin göstergesi. Bir insana nasılsın demenin hiç bu kadar utanç ve azap verdiğini hatırlamıyorum. Hastalar umutsuzluk içinde inliyor, okulsuz kalan çocuklar ortada geziniyor, yaşlılar vakarla paçavradan yatakların üzerinde oturuyor, kadınlar tüplerin üzerinde bulgur ya da makarna pişiriyor. Yine de herkesten duyduğumuz kelime “elhamdülillah”. Sokakların girişinde başımızın üzerine doğru sarkarak tehlike saçan yüzlerce elektrik kablosuyla karşılaşınca tam bir can pazarında olduğumuzu anladık. Can havliyle gerilmiş bu kablolar yaşanan insanlık dışı koşulların en somut resmini veriyordu. Yüzlerce genç insanın okulsuz yersiz yurtsuz babasız kalması, aile denetiminden mahrum ortam, ara sokaklara girer girmez tanık olduğumuz envai çeşit gerilim, ucu herşeye açık son derece tehlikeli bir toplumsal travmaya işaret ediyor.
İntihar bombacılarıymış. Ne bekliyorduk. Ne kalmış ki yaşanacak. Bu insanlar bütün bunları haketmek için ne yaptı diye soran kimse yok mu bu kalpsiz dünyada. Burası insanlığın dibe vurduğu yer. Yukarı tırmanma da buradan olacak diye düşündüm seyahat boyunca. Duvar, telörgü, işkence, suikast medeniyetinin bir an önce mahkum edilip Arap Yahudi ve bütün bölge halklarının I. Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi doğallık ve hoşgörü içinde yaşayabileceği zamanların geri gelmesi için ellerimizi bu çamur deryasına daldırmak zorundayız. Dünya basınında ve bölge literatüründe kullanılan yerleşimci Yahudiler, Filistinli mülteciler, işgal toprakları terimleri burada olup bitenleri açıklamak için yeterli.
Bu vahşet hangi ilkel çağlarda yaşanıyor. Eflatun'un Aristo'yu yetiştirdiği zamanlar mı yoksa da İbn Rüşd'ün, İbn Arabi'nin aydınlattığı zamanlar mı ilkeldi. Şimdi oluyor herşey, biz yaşarken, hayattayken, gözyaşartıcı bir ilerleme! yaşadığımıza inandırılmışken, gözümüzün içine baka baka. Bütün insanlık değerlerimiz hiçe sayılarak. Hatta bize de gözdağı verilerek. İnsanlığın bütün kazanımları güç ve şiddet önünde unufak olsun, kimse direnemesin, kendilerini dünyanın yönetim kurulu olarak tayin eden zorba güçler geri kalan herşeyi ele geçirsin diye. Uluslararası bütün sözleşmeler yırtılıp atılarak.
Yerle bir olan Binti Cübeyl şehrinde yıkıntıların arasında yaşlı bir adam oturuyordu. Aradan aylar geçmesine rağmen enkazın çoğu duruyor şehirde. Konuşmak için selam verdik. Birkaç kez tekrarlamamıza rağmen cevap vermeyince işitme engelli olabilir dedi arkadaşım. Döndü ve çok iyi işitiyorum sizi dedi, Türkçe hem de. Dilimizi iş yerindeki Ermeni arkadaşından öğrenmiş. Sadece gönül yorgunluğundan ve bütün komşularını kaybetmiş olmanın travmasıyla konuşmak istemedi belki. Belki de yüzlerce yıl birarada yaşamamıza rağmen onların başlarına gelen bu felaketler karşısında yeterince duyarlı olmayan, hatta bu acıları yaşatan liderleri fahri doktora ünvanlarıyla ödüllendiren, onlara neden bu ölçüsüz şiddet diye sorma cesaretini bile gösteremeyen bir ülkeden geldiğimiz için kırgındır bize. Yine de onun halinden anladık ki Kürt Türk Arap Ermeni Yahudi ve daha birçok millet burada ortak bir ruh oluşturmuş. Zorbalığın dilinden kurtulup yeni bir zihinsel yapılanma için altyapı hala müsait.
Burada bizi teselli eden tek şey Türk basınında iddia edildiği gibi güney Lübnan yerle bir edilirken kuzeyde insanların hiç hız kesmeden eğlenmeye devam ettiğinin doğru olmadığını konuştuğumuz tanıklar vasıtasıyla anlamış olmamız. Tam tersine burada insanlar büyük bir dayanışma sergilemiş ve farklı kültür inanç ve ırktan insanlar birbirlerine olabildiğince kenetlenmiş. Sünni Müslüman ve Hristiyan birçok insan vurulan şii köylere, direnen insanlara destek vermiş. Hristiyan aileler evleri yıkılmış Müslümanları evlerinde barındırmış, konuk etmiş. Bu dayanışma hala sürüyor. Bu tam da saldırılar başlayınca Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu üyeleriyle geçmiş olsun ziyaretine gittiğimiz Lübnan'ın İstanbul başkonsolosunun bize anlattığı “Lübnan Ruhu” olsa gerek.
Kuzey Irak'a operasyon gündeme gelince Türkiye'nin bütün şahinleri savaş tamtamları çalmaya başladılar. Hürriyet gazetesinin açtığı son derece provakatif bir yorum sayfasına gelen cevaplar korkutucuydu. Konu: Sekiz askeri kaçırılan İsrail olsaydı ne yapardı? Gelen yüzlerce yorum Türkiye'de konuşmaktan çok militarizme yatkın, şiddete, güce, yoketmeye tapınan, hak ve adalet duygusu tamamen körelmiş insanların giderek çoğaldığının habercisi. Cevapların yüzde doksandokuzu acımasız bir kıyıcılık damarından geliyordu. Birkaç örnek : “İsrail olsaydı kaçırılan askerleri geri getirmek için sivil asker ayırmadan herkesi bombalardı, gerekirse Irak'ın tümünü haritadan silerdi, hatta bütün Orta Doğu'yu ateşe verirdi, taş üstünde taş bırakmazdı, ortalığı cehenneme çevirirdi, iki asker için Lübnan'ı nasıl yerle bir etti, gücünü gösterdi, hiçbir kınamaya aldırmadı, gerekirse karınca yuvalarına kadar bombalar hadlerini bildirirdi” Yorumlar böyle uzayıp gidiyor, Türkiye PKK için Kuzey Irak'ı yerle bir etmediği için yönetim korkaklıkla uyuşuklukla suçlanıyordu. Puanlamalarda ise bu tip yorumlara “çok iyi” puanı verilmişti. Farklı olarak sadece birkaç yorum yayınlanmış, “neden İsrail'le kıyaslanıyoruz, onlar gibi sivillere zulüm uygulayamayız ki biz başkayız” gibi. Onlara da “kötü puan” verilmişti. Bu anket medya manipülasyonu olduğu kadar, şiddetle varolmaktan ibaret yeni küresel ahlakın ülkemizde de ne kadar içselleştirildiğinin, içimizde yakma yıkma kontrolsüz güç kullanma orantısız karşılıklar verme ile ilgili kitlesel özlemlerin ne kadar yaygınlaşmakta olduğunun göstergesi. Küresel bir şiddet uygarlığı! vicdanları kör etmekte, ezilenlerin pedagojisi celladına aşık olan mazlumların zalimliğine karışmakta. Cinayetlere Irak'ın özgürlüğü, Afganistan'da Sonsuz Adalet gibi alçakça isim koymalar bütün dünyayı cinnete sürükledi. Savaş histerisi bazı kesimlerde bulaşıcı hastalık gibi yayılmış durumda. Yukarıdan atılan bombaların aşağıda neye yolaçtığını algılamaktan yoksun insanlara şu kadarını söyleyebilirim: Yıkıntılar arasında biberonları, bez bebekleri, okul çantalarını, yorganları, çaydanlıkları, doğum günü fotoğraflarını görünce ne hissederdiniz acaba. Bütün yakınlarını kaybetmiş bir kız çocuğunu duvara yaslanmış ağlarken görünce. Sorunları öldürme histerisi içinde çözme eğilimi içimizin suyunu-merhametimiz hak ve adalet duygumuz-kurutmuş olmasın. Aynaya bakıp kendimize söz verelim mi, içleri sulamanın uzun ince yoluna çıkmak için. Başka bir dünyanın mümkün olduğunu göstermenin yoluna. Tam bu noktada Hizbullah'ın manevi lideri Hüseyin Fadlallah'la yaptığımız görüşmede söylediklerine değinmeden geçemeyeceğim. Özetle yeni dünyayı kuracak manevi gücün Müslümanlarda yeşerdiğini ama dünyanın bütün faziletli insanlarıyla bir araya gelmeden bunun mümkün olamayacağını söyledi.
* Yazar