Sonbahar demek bizim için hüznün depreştiği bir mevsimdir biraz da. Psikiyatrist Prof. Dr. Kemal Sayar, hüznün insanın kendi acziyetini kavraması, kibirden geri durması için bir vasıta olduğunu belirterek, benliklerimizi dirilten bir duygu olduğunu hatırlatıyor ve ekliyor: "Hepimiz bu hayatı ağzımız kulaklarımızda yaşamak zorunda değiliz"
Hayır değil, tam aksine insanı geliştiren, içine bakmasını sağlayan, öte alemlerle rabıtasını tahkim eden güzel bir haldir. Hüznü hastalık sayan bir anlayış, bizi sonunda mutluluk tiranlığına köle ediyor. Sanki hepimiz bu hayatı ağzımız kulaklarımızda yaşamak zorundayız!
Evet, kültürler arası psikoloji bu konuda bize değişik veriler sunuyor. Hüzün, Doğu ve İslam medeniyetlerinde insanın ruhsal tekamülünün olmazsa olmaz bir parçası olarak görülüyor. İnsanın kendi acziyetini kavraması, kibirden ve büyüklenmeden geri durması için bir vasıta addediliyor. O yüzden Hüzün Doğu'ya yakışıyor, oysa modern Batı ıstırabın ve hüznün hayattan kovulduğu, haz eksenli bir dünya tasavvur ediyor. Orada sıklıkla, hüzün ve kederin, biraz da üretimi ve tüketimi düşürdüğü için patoloji hanesine yazıldığını görüyoruz. Doğu öğretileri, tahammülü öne çıkarır, keder ve hüzne bir içsel gelişim vasıtası olarak değer verirler. Dışadönüklük, girişkenlik, sokulganlık ABD'de vazgeçilmez kişilik özellikleri; bir Japon için ise duyarsız ve hoyrat toplumsal davranışlardır.
Elbette! İnanç sahibi insan, bu dünyada kendisini evinde hissedemez. Ayrılık acısıyla, Hz. Mevlana'nın 'ney'i hikaye ederken söylediği gibi, inler durur. O bu dünyada gurbettedir ve sevgiliyi özlemektedir. Gariplerin hüznü de ne güzeldir.
İnsan gezegeninin soğuması. İnsan ilişkilerinde kopuş, insanın içine yuvarlandığı o büyük emniyetsizlik. İnsana, evrene, Allah'a yabancılaşma. İnsanın kendisine karşı bile dürüst olmakta zorlanması. İnsanın sırtını yaslayacağı büyük bir anlamı kaybetmesi, varoluşunu açıklayacak bir niçin bilgisinden uzaklaşması.
Dikkat çektiğiniz nokta önemli. İnsanın sosyal destek sistemleri sağlam olursa ruhsal sıkıntılara yakalanma ihtimali azalıyor. Sevebilmek istiyoruz. Önemsenmek, değer verilmek istiyoruz. Kendimizi daha değerli hissettiğimiz bir ilişkiler ağında daha mutlu ve huzurlu oluyoruz.
Evet daha çok kent insanının derdi, çünkü ilişkilerdeki o büyük kopuş ve yabancılaşma, kentte daha çok hissediliyor. Evler artık yalnızlık sığınakları. Yakınlarda yitirdiğimiz değerli ozan Neşet Ertaş'ın 'kalbden kalbe bir yol vardır bilinmez' dediği halleri unuttuk. Evden eve yolu bulamıyoruz biz, kalblere giden yolu nasıl bulacağız? Mahallenin yitirilmesi, çarşının kayıplara karışması ve komşuların çok ama çok uzaklara gitmesiyle sokaklar tekinsiz bir hüviyet kazandı. Komşumuzdan korkar hale geldik. Bu tam bir modern zamanlar cinneti.
Türk insanı, yeni bir kelime icat ederek söyleyeyim, 'salıngan'dır! İlk ve sonbahar arasında gider gelir, yaz ve kış arasında salınır. Kah biri olur, kah öteki. Ama bize en çok hüznün mevsimi sonbahar yakışır!
Hüzün insanı kendi sahici varoluşuna döndürür. Orada rütbeler, dünyanın iktidar işaretleri sökmez. Neysen, osun hüzünle beraber. Daha halisane, daha sahici bir varoluşa tutunursun. Bu edebiyatın da aradığı şeydir aslında: Psikanaliz, sanatı ana rahmindeki sükunete dönme arzusu olarak betimler. Hüzne muttali olan bir şair veya yazar kendi iç gerçekliğini çok daha yalın bir halde kavrar ve aksettirir. O yüzden Fuzuli, 'aşk derdiyle hoşem, el çek ilacımdan tabib' demiştir. Yahut Balıkesir'li Rasih'e, 'dilde gam var lütfeyle gelme ey sürur / olamaz bir hanede mihman mihman üstüne' dedirten şey. Hüzün edebiyat adamı için bir gök bağışıdır, onunla içinin kuyularına iner, oradan büyük hazinelerle döner.
Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri. Tomris Uyar, Çiçek Dirilticileri. Edip Cansever'in pek çok şiiri. Rasim Özdenören, Gül Yetiştiren Adam. Yunus Emre'nin irfanı. Virginia Woolf'un romanları.
Batı dünyasından yayılan ve bizim sorgusuz sualsiz kabul ettiğimiz, "Mutlu değilsen ve olamıyorsan, normal bir insan değilsin" düsturu baştan aşağı hatalı. Bu durumda, mutlu olamamak bir zayıflık göstergesi, hatta hemen her durumda aceleyle yapıştırılmış bir hastalık etiketi haline gelir. Acı çekmek ve olumsuz düşüncelere sahip olmak, artık günümüzde anomalinin en kolay yakalanabilir göstergeleri haline gelmiştir. Yeri geldiğinde olumsuz düşünebilmek, aslında varlığımızı sürdürmek için elzemdir. Düzelme imkânı olmayan ve bize acı çektiren olayları yok saymak ve böylece hayali bir mutluluk yaratmak yerine, bu olayları kabullenmek insanı daha huzurlu kılar. Depresyon esas itibariyle insanı felç eden, onu kapkaranlık bir dünyada bırakan bir duygulanım halidir. Oysa hüznün kendine mahsus bir devinimi vardır, sizi kanatlandırabilir, bambaşka hassasiyetlerle buluşturabilir. Hüzün sizi gündelik hayatınızdan alıkoymaz, oysa depresyon sizi neredeyse kendinizden ve dünyadan nefretin zindanına hapseder.
Evet, günler kısaldığında, yapraklar dökülmeye ve tabiat ölmeye yüz tuttuğunda hüzün misafirliğe daha kolay gelir.
Ömrünün sonbaharında olanlar.
Günışığı içimizde kıpırtı yaratıyor, karanlık ruhumuzu boğuyor. Gecelerin uzun olduğu yörelerde veya günışığından mahrum yaşayanlarda özkıyım oranları daha yüksek. Biz de mevsimlerle değişebiliyoruz.
Kadınlarda daha çok hissediliyor. Işığa duyarlı insanlarda mevsimsel depresyonlar daha fazla görülüyor.
'Yalnız hüznü vardır, kalbi olanın' diyor şair İlhami Çiçek. Bence hüznü olan, huzur ve itminan hissini daha derinden yaşar. Ruhun da mevsimleri ve bir mevsimden diğerine geçişleri vardır. Ruhun hep yaza ayarlı olduğu durumlar sıkıcı olurdu, kışın ardından ilkbahar sökün edecek ki zamanların kıymeti olsun. Hayatın kıymeti olsun.