Çoğulculuk ilahi bir kanundur

00:0011/04/2008, Cuma
G: 2/09/2019, Pazartesi
Sami Hocaoğlu

Ben beni bildim bileli dini ilimlerle meşgulüm. Ben beni bildim bileli okuduğum metinlerde “müttefekun ''aleyh” (üzerinde söz birliği edilen) ibaresi kadar, hatta ondan da çok “muhtelefun fîh” (hakkında ihtilaf edilen) ibaresiyle karşılaşırım.“Cumhur”un görüşü kadar, kaynaklarımız “şaz” görüşleri de naklederler. Bu konuda ne kadar da özgüven içindedirler, bir bilseniz.Sahi şazzın şazzı görüşleri bile onca emek zahmet verip bize kadar niye getirirler? Kendilerinin hiç katılmadıkları, hatta hiç hazzetmedikleri

Ben beni bildim bileli dini ilimlerle meşgulüm. Ben beni bildim bileli okuduğum metinlerde “müttefekun ''aleyh” (üzerinde söz birliği edilen) ibaresi kadar, hatta ondan da çok “muhtelefun fîh” (hakkında ihtilaf edilen) ibaresiyle karşılaşırım.

“Cumhur”un görüşü kadar, kaynaklarımız “şaz” görüşleri de naklederler. Bu konuda ne kadar da özgüven içindedirler, bir bilseniz.

Sahi şazzın şazzı görüşleri bile onca emek zahmet verip bize kadar niye getirirler? Kendilerinin hiç katılmadıkları, hatta hiç hazzetmedikleri bu görüşleri niye taşırlar? Madem katılmıyorsun, at toprağı üzerine be mübarek! Niye yüzyıllardır sırtındaki ilim heybesine koyar da taşırsın? Yoo! İlla da taşıyacak. Laf aramızda: iyi ki taşırlar…

Bazen “kâle-kîle”yi (dedi-denildi) küçük görürüz değil mi? Yok vallahi. O da bir nimet. Hele ki demiş-denilmiş. Hele ki bir konuda alimlerimiz kafa patlatıp, emek verip ter döküp farklı görüşlere varmış. Bu bazen delilin farklılığından, bazen aynı delilin farklı açılardan okunuşundan, bazen dildeki bir ihtilaftan, bazen anlayış, mekan, uygulama farklılıklarından kaynaklansa da, güzel…

Bunu hep, vahyin inşa ettiği akla verdiği kredi olarak görürüm. Hem de ne kredi!

Hükmümüzü hemen verelim: İslam ilim geleneğine mensup biri asla “tekçi” olamaz, “totaliter” bir söylem tutturamaz. Böyle bir söylem bu gelenekten kopuştur. Totaliter bir söylemi bizzat bu geleneğin kurucu öznesi olan vahiy reddeder.

Alın şu ayeti söylem açısından tahlil edin:

“Ve eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunan herkes top yekun iman ederdi, (fakat bunu dilemedi). Şimdi kalkıp da, sen mi onları iman edinceye kadar zorlayacaksın?” (10:99)

Böyle onlarca ayet var. Kur''an''ın muhatabını inşa ederken kullandığı üslup da en az bu kadar “totalitarizme” karşıt bir üslup. Bu sadece “iman” dışındaki tercihlere izin verme düzeyinde kalmaz. Hakkın tezahürü konusunda da aynı çoğulculuk görünür. Mesela “Davamız uğrunda var gücüyle çalışanları kendi yollarımıza yönelteceğiz” (30:69) der.

Vahiy varlık tasavvurumuzu inşa ederken alttan alta her bir ayetinde “varlığın çift kutupluluğu” yasasına açık ya da örtülü atıflar yapar.

Şöyle diyebilirim: akidede tevhid ne kadar temel bir hakikatse, mahlukatta kesret de öyledir. Her ne ki Yaratan''dır, o “tek”tir; her ne ki yaratılandır, o “çok”tur.

Adeta Halik''ın tekliğini anlamanın olmazsa olmazı, mahlukun çokluğunu anlamaktır. Elinizin altında Kur''an varsa Fatır (“varlık ağacını yetiştirmek için varlık tohumunu çatlatan” demektir) suresini açıp bir okuyun. Sure iman gibi küfrün de hep var olacağını söyler. Bu gece ve gündüzün, kara ve denizin, yer ve göğün varlığı kadar doğal ve gereklidir.

Varlıktaki bu zıtlığı (“Zıtların ihtişamını” mı deseydim?) kavramakta zorlanan akla vahiy harika bir misal verir: Allah gökten suyu indirmiş, kaynağı tek olan bu suyla renkleri, kokuları, tatları, şekilleri çok farklı bitkiler yaratmıştır (35:27). Arkasından gelen şu ayete ne demeli: “Allah''a kulları içinde yalnızca (bu farklılığın hikmetini) bilenler hakkıyla saygı duyarlar.” Kur''an baştan sona bu tür örneklerle dolu.

Aklı böyle inşa olmuş bir müminden nasıl “totaliter” bir duruş göstermesi beklenebilir ki! Bakıyorum, totaliter tipler hep vahyin inşa etmediği tipler. Vahyin inşa ettiği akıllar ister istermez çoğulcu olmak, ilahi rahmetin suyunda şifalı mantarın da zehirli mantarın da yetişeceğini, ilahi rahmet güneşinin altında kuzuların da kurtların da güneşleneceğini bilirler.

Kafamız attı mı basıyoruz kalayı. Sahte peygamber İbn Habib''e sahabenin “kafir”, “müşrik”, “mürted” adını değil de “müseylime” adını layık görmesinde bir incelik yok mu? Müslüman değil, “Müslümancık”. Bu ne incelik yahu!

“Çoğulcu” bir geleneğin ürünü olan İslam fıkhı “çift değerli” değil “çok değerli” bir sistemdir. Onu “çift değerliliğe” indirgemek, Yahudi fıkhına indirgemektir: Farz ve haram…

Değil, İslam fıkhı bundan fazlasıdır. Şu değerler skalasına baksanıza: 1) Farz: a) Farz-ı ayn, b) farz-ı kifaye. 2) Vacip. 3) Sünnet: a) müekked sünnet, b) müekked olmayan sünnet; 4) Müstehab. 5) Mubah. 6) Müfsit. 7) Mekruh: a) tenzihen mekruh, b) tahrimen mekruh. 8) Haram: a) haram li-aynihi, b) haram li-ğayrihi.

Kaynaklar da öyle. Başta ana kaynak Kur''an. Gerisi ondan çıkan ve hepsi de onun onayına muhtaç olan sünnet, icma, kıyas, maslahat, istihsan, ıstıslah, mesalih-i mürsele, örf-i ma''ruf, öncekilerin şeriatı, sedd-i zeri''a…

Hoşgörü mü dediniz?

Hoşgörü önce insanın temelinde olacak. Totaliter bir temelden hoşgörü tezahür etmez. Müslümanlar Tevhid akidesine titredikleri kadar, varlığın kesretine de titremeliler.

İstanbul''un fethi sırasında, sivillerin üzerine düşen güllelerin ardından yükselen vaveylayı duyunca, doğum sancısı çeken bir ana gibi “Vah gavurcuklarım! Vah gavurcuklarım!” diye dokuz doğuran alim-arif kimdi?