Bir kilise iken, 1453-1930 yılları arasında cami olan, 1934 yılında devrin iktidarınca müzeye dönüştürülmesine karar verilen ve 1935 yılından itibaren müze olarak kullanılmaya başlanılan eski adıyla Fetih Camii’nin, Müslümanların ibadetgâhı olarak aslına döndürülmesi konusunda yapılan hukuki bir teşebbüsün karar günü yaklaştıkça, ilgili tartışmalar da hız kazanmaktadır.Yazı başlığımdaki “ama...”, tavır açıklığından mahrum olanlara mahsustur. Çünkü bir Müslümanın, eski ya da yeni bir yerin tekrar
Bir kilise iken, 1453-1930 yılları arasında cami olan, 1934 yılında devrin iktidarınca müzeye dönüştürülmesine karar verilen ve 1935 yılından itibaren müze olarak kullanılmaya başlanılan eski adıyla Fetih Camii’nin, Müslümanların ibadetgâhı olarak aslına döndürülmesi konusunda yapılan hukuki bir teşebbüsün karar günü yaklaştıkça, ilgili tartışmalar da hız kazanmaktadır.
Yazı başlığımdaki “ama...”, tavır açıklığından mahrum olanlara mahsustur. Çünkü bir Müslümanın, eski ya da yeni bir yerin tekrar mescide /camiye dönüştürülmesine veya bu esasla yeni bir mekânın tanzimine itirazı muhaldir; İslâm aklınca makul ve mümkün değildir.
O halde kimler, neden ve nasıl “ama...” diyor?
Din-iktidar ilişkilerinin etle tırnak ilişkisi gibi olduğunu, bu vesileyle bir kez daha hatırlayarak; sömürü, kan ve acıdan başka bir sonuç üretmeyen Aydınlanma’nın insan hakları, laiklik, demokrasi vb. sorunlu kavramlarının sorgulamaya tabi tutulacağından endişeye kapılanlar, “ama...” diyenlerin ilk grubudur.
Çünkü konu son tahlilde dinle ilgili olsa da iktidarla, siyasi iradeyle ilgilidir ki, bu yanıyla Müslümanların talebinin veya reddinin fevkindedir. Fakat olası uygulamanın Müslümanlara kendi hak ve hukukunu hatırlatması ve dolayısıyla istiklal sahibi olarak, kendi kimlikleri içinde müstakil yaşama imkânını yeniden düşünmeleri, laikçi ve liberallerin kulağına kar suyu kaçırmaya yetmektedir.
Mezkûr konuda çoğunluğun olumlu seçimiyle ve talebiyle doğrudan çatışmaya girmek istemeyen bu grup, özellikle müze ile caminin ekonomik faydasındaki farktan hareketle, “ama”larını sırlamaya başlamakta; bu yolla asıl Batıcılıktan, sömürgecilikten doğan endişelerini gizlemeye çalışmaktadır.
İkinci grup ise, suret-i haktan görünerek, bir fitneye yol açmak isteyenlerdir. Fetih Hadisi’ni zikrederek din dilinin içinden konuşuyorlarmış yapıp, “elbette Ayasofya tekrar cami olmalıdır” dedikten sonra “ama”ları sıralayan, amaç ve yöntem itibariyle birincisine çok yakın olan bu grubun asıl özelliği, bidayette onlardan değilmiş görüntüsü vererek kılıçtan kurtulmuş FETÖ elemanlarının güdümünde bulunmasıdır. Ki, bunların çoğunluğu da medya elemanıdır.
Bunlar, konuyu Müslümanların yumuşak karnı olan Hristiyan dünyasındaki camilere ve hassaten İsrail işgalindeki Filistin’de bulunan kutlu mekânlarla ilişkilendirmek suretiyle, adeta Hristiyanlarla Yahudileri bir teyakkuza davet etmekteler. Bunu başardıklarında atacakları diğer adımın ise, “dinler diyalogu”nu yeniden hortlatmak ve bu sayede Müslümanların Batılı efendilerine bağlılıklarını tekrar pekiştirmek olacağı aşikârdır.
Nitekim bunlardan biri, geçende şöyle yazmıştı:
“Ayasofya camiye çevrildiğinde, İsrail’in insafına kalmış olan Mescid-i Aksa’yı hangi değerlere göre, hangi argümanlarla savunacaksınız? Ya Batı başkentlerindeki diğer camileri? Dini semboller üzerinde egemenlik yetkisini kullanarak dini millileştirdiğinizde kendi ulus devlet sınırlarınız dışında kalan diğer başka dini semboller üzerindeki tasarruf ve söz söyleme hakkınızdan zımnen vazgeçmiş olmuyor musunuz?”
Suret-i haktan görünerek demiştim yukarıda. Bu kişi, sözüm ona cami / mescit ehli gibi görünerek, güya nesnel yaklaşımda bulunuyormuş intibaı vermek için, “... musunuz?” formundaki sorularıyla, kendisini önce konunun dışına çıkarmakta ve İsrail işgali altındaki Kudüs’ün statüsünde, en azından yürürlükte bulunan BM kararlarının hilâfına ve hiçbir benzerliği olmayan farklı bir örnek üzerinden yeni sorunların üretilmesini, adeta talep etmektedir.
Talep etmektedir diyorum, çünkü Kudüs’teki Kutsal Kabir (Kamame) Kilisesi (326) ile Beytlehem’deki Doğuş Kilisesi (327) başta gelmek üzere, Müslüman iktidarların yüzlerce kiliseye ve havraya dokunmadıklarını ve buraların halkını adaletle yönettiklerini bilmeyen bir aklın talebi ancak fitne olabilir ki, bu yanıyla da hiçbir sorusu cevabı hak etmez.
Haydi tarihsizliğini, bilgisizliğini de geçelim, en azından Kudüs’ün bir Corpus seperatum olduğunu bilmezlikten gelerek, konuyu fitne maksadıyla kaşımaya kalkışan birinin sorusu da yine cevaba layık olamaz.
Bu kalem(un), güya nesne(l)lik yaklaşımıyla, zaten kendisini konunun dışına çıkardığı ve bir yabancılaşma dilinin kipiyle konuştuğu için, ona bu tip beldelerle ilgili Fıkhi hükmün hatırlatılması da son derece gereksizdir.
Üçüncü gruba gelince: Bunlar düşünce ve tavırları itibariyle en net olanlardır. Bir kısmı çağdaşlaşma, aydınlanmış olma vehmiyle, bir kısmı ise dert edinmeyişleriyle konuya taraftır.