Yeni tasavvuf neyi yenileyebilir

04:0014/09/2018, Cuma
G: 15/09/2018, Cumartesi
Ömer Lekesiz

İlkçağ’da ontoloji ile aynı anlamda kullanılan metafiziğin, Ortaçağ’da ilahiyata bitişmesine, modern zamanda yeni gelişen bilimlere göre istikamet kazanmasına, dolayısıyla buna mahsus ek anlam, mahiyet ve amaç yüklenmesine rağmen, ilk tanımıyla felsefenin değişmeyen konusu olagelmiştir.Bu anlam / mahiyet ve amaç, Aristoteles’te bil-gelik uğraşısı olarak “Varlık olmak bakımından varlığın”, İbn Sina’da İlahiyat üst başlığı altında “Mevcut olması bakımında mevcudun”, İbn Rüşd’te ”Duyulur durumların

İlkçağ’da ontoloji ile aynı anlamda kullanılan metafiziğin, Ortaçağ’da ilahiyata bitişmesine, modern zamanda yeni gelişen bilimlere göre istikamet kazanmasına, dolayısıyla buna mahsus ek anlam, mahiyet ve amaç yüklenmesine rağmen, ilk tanımıyla felsefenin değişmeyen konusu olagelmiştir.



Bu anlam / mahiyet ve amaç, Aristoteles’te bil-gelik uğraşısı olarak “Varlık olmak bakımından varlığın”, İbn Sina’da İlahiyat üst başlığı altında “Mevcut olması bakımında mevcudun”, İbn Rüşd’te ”Duyulur durumların doğa biliminde bilgisi verilmemiş olan uzak sebeplerinin bilgisi”nin incelenmesiyken, Heidegger’de “Varolan genelde neden (var)dır ve daha ziyade Hiçlik değil?” sorusuyla soyutlanmıştır.

Bu kitâbî malumatı verişimin nedeni, yazı başlığımdaki Yeni Tasavvuf’u burada temellendirmeye çalışırken, İslam dünyasının metafizik olarak aslında hangi bilgiyi devraldığını ve buna göre yeni metafizik olarak yeni tasavvufun zorunluluğunu doğru beyan edebilmek içindir.

İbn Sina ve İbn Rüşd isimlerine rağmen, anlamı / mahiyeti / amacı değişerek ve eklenerek hep aynı kalan metafiziğin İslam dünyasınca aynıyla benimseneceğini düşünmek muhaldir.

Nitekim, İmam Gazalî’nin, felsefenin gücünü kırmasının mümkün olmadığını gördüğü noktada, söz konusu şekliyle metafiziği tasavvufun içinde massetmeye teşebbüs ettiğini ve bunu ilmî kamuya da büyük oranda benimsettiğini biliyoruz.

Ancak İmam Gazalî’nin bu müktesebatıyla yukarıda belirtilen metafiziği ve dolayısıyla felsefeyi ortadan kaldırmadığını, bilakis İslam toplumunda (Sünnî kamuda) din ve metafizik birbirleriyle flört de edebilen ikili bir yapının (düşünme tarzının) doğmasına neden olduğunu da biliyoruz.

Bundan hareketle, tespit edebileceğimiz ilk şey, yeni tasavvuf ihtiyacının, bugünden değil İmam Gazali’nin bıraktığı noktadan (ya da neden olduğu problemden) başlanarak temellendirilmesi gerektiğidir.

Bu başlangıç, gerek aşağıda zikredeceğimiz şekliyle, zaman içinde tasavvufta yaşanan diğer önemli problemlerin (tedirici olarak aslından kopmaya duruşun), gerekse modern metafiziğe gelinceye kadar Batı düşünce ve biliminin yaşadığı ilgili süreçlerin doğru tespiti bakımından yararlı olacaktır.

Burada asıl mesele Gazalî eleştirisinin yapılması değildir; Gazalî’den devralınanların envanterinin yapılabilmesidir. Özellikle Sünnî kamunun Gazalî’ye (düşüncelerine) olan “hayranlığı” bu envanterin bugüne kadar yapılmasını mümkün kılmadığı gibi, onun şeriat – tasavvuf ikiliğini çözme kabiliyetinin (dehasının) efsaneleştirilmesi bunu bir hayli zorlaştırmıştır.

Bunlardan daha da önemlisi, metafiziğin onun tarafından tasavvuf olarak onanmasıyla, aynı zamanda ilm-i ilâhî olarak Mutlak’a tevdi edilecek şekilde genel bir yansılsamaya da yol açmış olmasıdır.

Bu yanılsamanın etkileri bugün de (belki çok daha katlanmış olarak) devam ettiği içindir ki, uçan – kaçan şeyhlerle (bir tür peçeli ruhbanlarla) yüzleşemediğimiz gibi, bir yığın inananın onlar tarafından göz göre göre istismar edilmeleriyle de (FETÖ ve Adnan Oktar örneği) bihakkın yüzleşemiyoruz.

Bunun mümkün olabilmesi için, İmam Gazalî’nin öncelikle, şeriat – tasavvuf ikiliğini kaldırırken, hangi dünyanın problemlerini çözmek üzere hareket ettiğini belirleyebilmeliyiz.

O halde, İmam Gazalî’nin “Eğer mutasavvıflara yüz soru sorulsa onlardan yüz farklı cevap alınır. Çünlü her biri kendi halinden ve kalbine ağır basan durumundan haber verir. İlim nuru doğduğunda her şeyi kuşatır, örtüleri açar ve ihtilafları ortadan kaldırır.” tespitinden hareketle sorulacak ilk şey şu olmalıdır:

İmam Gazalî, bu tespitini hangi dünya için(de) yapmaktadır? Diğer bir söyleyişle, söz konusu soru nerede ve niçin sorulmaktadır.

Bunun tek cevabı, bu sorunun içinde yer aldığımız dünyada, bu dünya hayatının bir gereği olarak sorulduğudur. Dolayısıyla İmam Gazalî’nin söz konusu ikiliği kaldırırken ve buna bağlı olarak ilgili ilimleri konumlandırırken, durduğu yer dünyadır (İslam dünyası) ve çözmek istediği problem de bu dünyanın (Müslümanların) problemidir; filhakika “yaratılmış ancak yaratılmışı görebilir, çünkü ancak kendi inandığını görür.” (İbnü’l-Arabî)

O halde İmam Gazalî’nin yukarıda zikredilen teşebbüsünde her şeyden önce Mutlak’a dokunmayı değil, bilakis özü itibariyle muallel olan insan - dünya ilişkisini gözettiğini rahatlıkla söyleyebilmeliyiz.

Hatta, İmam’ın bu teşebbüsünün tam adını, dünyasallık bağı içinde bu dünyaya mahsus bir dünyevileştirme şeklinde de koyabiliriz. Ki, o tasavvufa mahsus bilginin, şeyh esaslı olası uçuş – kaçış efsanelerine indirgenmesine mani olarak, onu doğrudan (ahiretin tarlası olan) bu dünya içinde, Müslümanların bir kalp (tin?) terbiyesi olarak hakettiği yerde konumlandırmayı düşünmüş olmalıdır.

Bu bahsi devam ettireceğim inşallah.

#Modern dünya
#Tasavvuf

Günün en önemli haberlerini e-posta olarak almak için tıklayın. Buradan üye olun.

Üye olarak Albayrak Medya Grubu sitelerinden elektronik iletişime izin vermiş ve Kullanım Koşullarını ve Gizlilik Pollitikasını kabul etmiş olursunuz.