Sâlikin sülûkundan sanatkârın sanatına yol vardır

04:0011/02/2018, Pazar
G: 11/02/2018, Pazar
Ömer Lekesiz

Cüneyd-i Bağdadî’nin tasavvuf tanımlarından birisi şöyledir: “Tasavvuf vakitleri korumak, kulun haddi olmayan şeye muttali olmaması, Rabb’inden başkasına muvafakat etmemesi, vaktinden (vaktinin getirdiğinden) başka bir şeye yaklaşmamasıdır.”Çizilen bu had üzerinde, mutmain olarak bulunabilmenin terbiyesini edinmek anlamında sâlik olma ve buna mahsus bir sülûka tabi olma seçimi Müslüman’a aittir; “mürid, muradın kendisidir” ve tasavvufi mânâda bir muradı irade edip etmemek (bir muradın müridi olup

Cüneyd-i Bağdadî’nin tasavvuf tanımlarından birisi şöyledir: “Tasavvuf vakitleri korumak, kulun haddi olmayan şeye muttali olmaması, Rabb’inden başkasına muvafakat etmemesi, vaktinden (vaktinin getirdiğinden) başka bir şeye yaklaşmamasıdır.”

Çizilen bu had üzerinde, mutmain olarak bulunabilmenin terbiyesini edinmek anlamında sâlik olma ve buna mahsus bir sülûka tabi olma seçimi Müslüman’a aittir; “mürid, muradın kendisidir” ve tasavvufi mânâda bir muradı irade edip etmemek (bir muradın müridi olup olmamak) ona kalmıştır.



Sâlikin hâl, makam ya da mertebeler itibariyle seyr-i sülûku özeldir; kendinde başlayıp kendinde biten ferdî deneyimlerinin toplamıdır. Bu deneyimler, tasavvuf (tarikat) ehli olmayanlar için bir gereklilik arz etmediği gibi, olanlar için de yürünecek yolu görünür kılması, yolu kısaltmıyorsa bile onunla ilgili bir emniyeti telkin etmesi bakımından değerlidir.

Sâlikin sülûkuyla, sanatçının sanat yapma çabası, bağlam olarak farklı olsa da murat yönünden benzerlik taşıdığından, sâlikin söz konusu

deneyimleri sanatçı için iz oluşturur.

İkisi de kemâlâtın derdindedir. Şu farkla ki, sâlikin tutumu ferdiyeti dahil her türlü görünürlüğü kendinde massederek asıl Sahibi’ne iade etmek iken, sanatçının tutumu görünüşleri görünürlüğe sunmaktır. Bu önemli fark, sanatçıyla saliki kemâlâtın deneyimlenmesinde buluştururken, sonucu bakımından ayırır. Nitekim biz de sadece tecellî, telvîn ve temkîn kelimelerini bu hususa açık bir örnek teşkil etmeleri nedeniyle seçtik.

İbn Arabî, bu konudaki bir ilkeyi şu şekilde vermektedir: “Biz hâlin hükmüne göre Hak ile beraber yürürüz. O’nun genelleştirdiği yerde genelleştirir, özelleştirdiği yerde özelleştiririz. Herhangi bir hükmü kendiliğimizden çıkarmayız. Yeni bir hüküm çıkaran insan, nefsinde rablık ihdas etmiş demektir. Nefsinde rablık üreten ise, söz konusu mesele ölçüsünde kullukta eksik kalmıştır. İhdas ettiği mesele kadar kulluğu eksilen bu insana Hakk’ın tecellisi eksilir. Hakk’ın tecellisi eksildiğinde ise, insanın Rabbine dair bilgisi eksilir. Rabbine dair bilgisi eksildiğinde, bu eksiklik ölçüsünde O’nu bilmekten cahil kalır. Mahrum kaldığı bu tecelli nedeniyle alemde veya insanın kendi aleminde bir hüküm ortaya çıkarsa insan onu bilmez. Bu nedenle tavrımız, yeni bir hüküm ihdas

etmemek oldu.” (Fütûhât-ı Mekkiyye, Cilt: 3, çev.: Ekrem Demirli, Litera Yayınları, İstanbul 2006)

Vakti, “oluş zarfının adı olarak” niteleyen el-Herevî’nin ona verdiği üç manadan ikincisi şöyledir: “İkinci mânâ, sâlikin temkîn ile telvîn arasında gittiği yolun adıdır. Ancak sâlik, hâlde sülûk edip aynı zamanda ilme de yöneliyorsa bu yol onu temkîne götürür. Öte yandan bazen ilim onu meşgul eder, bazen de hâl ona yardımcı olur. İlim ile hâl arasında gidip gelmesinden kaynaklanan bu imtihan, zaman zaman ona şuhûdu tattırır, zamanzaman gayr elbisesini giydirir ve bazen de [hâl ile ilmin] arasını ayırt etmesini sağlayacak bir temyiz gücü kazandırır.” (Menâzilü’s-sâirîn, çev: Abdürrezzak Tek, Emin Yayınları, Bursa 2008)

Bu alıntıları, salikin sulûkunu çerçevelemesi ve dolayısıyla ona istikamet çizmesi bakımından yaptım. Haliyle tecellî, telvîn ve temkînin seyr-i sülîk açısından işleyişi ve işlevi ona (sâlik’in terbiyesine) özeldir; Müslüman bir sanatçı da bu terimlerin kendisinin üzerindeki hükümlerini, kendi işi ve muradı yönünden gözetebilir ki bu durumda sâlikin deneyimi onun için bir iz oluşturur.

Buna göre sanatçı, İbn Arabî’nin söyleyişindeki gibi, hâlin hükmüne göre Hak ile beraber yürür; O’nun genelleştirdiği yerde genelleştirir, özelleştirdiği yerde özelleştirir; herhangi bir hükmü kendiliğinden çıkarmaz; dolayısıyla yaratımı nedeniyle oluşabilecek kibrini (rablık ihdasını) önlemiş olur; bu yolla tecellîyi hak ederek cehaletten kurtulur.

Buna ilaveten el-Herevî’nin söyleyişindeki gibi, bir yönüyle daima aşkın olan tecellînin verdiği bilgiyi, telvîn ile kendi vaktinin bilgisine çevirirken, bunun nefsini coşturmasını (şımartmasını, taşkınlaştırmasını, şatâhata sürüklemesini) hâl – ilim arasında dengeleyerek (temkîne bağlayarak), şuhûdunu artırır, gayr elbisesini giyinir ve farkları fark etmeye dair temyiz gücünü edinir.

Bunlardan hareketle, neticede şunu söyleyebiliriz:

Müslüman sanatçı, tasavvuf ehli olmasa bile (ki, kimsenin böyle bir zorunluluğu yoktur) bu tanımı hak edebilmek için daima İslam metafiziğinin içinde durmalıdır. İslam metafiziğin kurumlaşmış şekli olarak tasavvuf ehlinin kemâlâta çıkan yol ve yöntemleri ise, deneyimlenmiş sonuçları da ihtiva etmeleri bakımından, sanatçının yolunu aydınlatacak, nazariyatını sahihleştirecek bir niteliğe sahiptir.

Bunun yetkin örnekleri Attar’da, Câmî’de, Fuzûlî’de, Şeyh Galib’te, Sezai Karakoç’ta... mevcuttur ve bunların eserlerinden çok iyi görüleceği üzere, sâlikin sülûkundan sanatkârın sanatına yol vardır.

#Sanat
#Salik