Edebiyatta sekülerleşmenin ilk adımı: Hakikatin gerçekliğe feda edilmesi

04:0030/01/2025, Perşembe
G: 30/01/2025, Perşembe
Ömer Lekesiz

Yazımızın başlığı edebiyat, hakikat ve gerçek ile bunlara değgin olarak türetilmiş kelimelerin anlamlarına bakmamızı gerektirir. Nev-zuhur bir kelime olan edebiyatın evvelinde edeb, edeb-i kelâm, edebî kelimelerinin bulunduğu, edebiyatın bugünkü tanımının ise 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren oluştuğu bilinen bir husustur. Edebiyatın şimdiki tanımının geçmişte olmayışı şiir ve inşa kelimelerinin varlığı nedeniyledir. Zira bu iki tanım, idrake tabidir ve bu minvalde özel bir tanım edinebilmek

Yazımızın başlığı
edebiyat, hakikat
ve
gerçek
ile bunlara
değgin
olarak türetilmiş kelimelerin anlamlarına bakmamızı gerektirir.
Nev-zuhur bir kelime
olan edebiyatın evvelinde edeb, edeb-i kelâm, edebî kelimelerinin bulunduğu, edebiyatın bugünkü tanımının ise 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren oluştuğu bilinen bir husustur.

Edebiyatın şimdiki tanımının geçmişte olmayışı şiir ve inşa kelimelerinin varlığı nedeniyledir. Zira bu iki tanım, idrake tabidir ve bu minvalde özel bir tanım edinebilmek için şiirin şuurdan, mimarinin de inşadan doğurtulması gerekir. (Bkz. Neydi ‘bizim’ edebiyatımız, Yeni Şafak, 8.08.2023)

Edebiyatın bugünkü tanımı “Gerçek ya da gerçeğe dair veya benzer olgu, olay, düşünce ve duyguların estetik bir zevk yaratacak şekilde söz ve yazıyla anlatılmasıdır.”

Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra oluşmaya başlayan bu tanıma ulaşıncaya kadar az dil dökülmemiş ve az kavga verilmemiştir.

Çünkü edebiyat kelimesinin müstakil olarak üretilmesinden başlanarak söze ve tartışmaya açılmasındaki esas sebep
yenileşme
kelimesiyle süslenmiş olan
Batılılaşma
yani edebiyatı
Batılılar gibi yapma
isteğidir.
Nitekim
Şinasi’nin
başlattığı ve
Namık Kemal’in
sürdürdüğü tartışmada, edebiyatçıların
hakikatperverân
olması yönündeki talep ya da şart, Edebiyat-ı cedide / Servet-i fünûn mensupları tarafından
realizme
/ gerçekçiliğe bağlanacak ve hatta
Mehmet Rauf’un
savunmalarıyla
ahlakın
da dışına çıkarılmaya çalışılacaktır.
Hakikatperverâna yakıştırılan
hakikatlilik
ten kasıt da son tahlilde gerçekçiliktir. Ancak bu terkibe itibar eden Namık Kemal ve
Muallim Naci’nin
burada hakikate yükledikleri anlamın
İslam şeriatına
ve kültürüne ait olduğu malumdur. Çünkü her iki müellif de yenileşmenin İslam kültürü içinde gerçekleşmesinden yanadır. Ne var ki her iki müellif de bu esasta hakikatin, yakın gelecekte gerçekçiliğe feda edileceğini yani edebiyatın İslam kültürünün dışına taşınacağını tahmin edememişlerdir. (Geniş bilgi için bakınız: Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh, 1977)

Gerçekçiliğe gelince…

Gerçek’i
olanın ol-uş-u ya da olma düzeyi olarak alırsak, onu hayata;
gerçeklik
ve
gerçekliliği
felsefeye; gerçekçilik’i ise sanat ve edebiyata hasretmemiz makul olacak ve buna göre gerçekçilik de gerçeğe değdin olanın savunulması ve geleceğe taşınması anlamında bir
ideoloji
olarak önce çıkacaktır.
Nitekim, Müslüman ahlakının da tahribini sağlamak bakımından Kemalizmin özellikle Köy Enstitülü yazarları kaba gerçekçiliğe özendirdiği bir ortamda, Sol-Kemalistler G.V. Plehanov ile Maksim Gorki’den mülhem olarak Sosyalist gerçekçiliği estetik bir tavır olarak yerleştirmeye çalışmakla kalmamışlar, hep beraber edebiyatta gerçekçiliğin savaşını vermişlerdir. Örneğin Attila İlhan yalın kılıç
Gerçekçilik Savaşı
’na çıkarken, Fethi Naci
Gerçek Saygıs
ı’nın davetçiliğine soyunmuş, Ahmet Oktay da
Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları
’nı şevkle deşelemiştir.

Dolayısıyla gerçekçilik Müslüman kültürüne ve buna dahil olan anlatma tarzlarına bir itiraz olarak, edebiyatı Batılılaştırma mücadelesinin adı haline gelmiştir. Öyle ki, edebiyat metinlerinde somut gerçekliğe yaslanmayan her çalışma edebiyatın dışına itilmiş; Batı’da gerçeğin anlatımında somut gerçekliğin yetersizliğine kanaat getirilerek mitlerin, efsanelerin anlatımına –bunları da sekülerleştirme tahtında– geri dönülmesi bile bizdeki gerçekçilik şövalyelerini ilgili bağnazlıklarından, yobazlıklarından vaz geçirmemiştir.

Oysa gerçeğin a)oluş-un düzeyine; b)oluşa muhatap ya da tanık olanlarla, onu nakledenlerin ilgilerine ve nakledişlerine; c)bunların bilgi, hâl, algı ve yorum kabiliyetlerine göre değiştiği malumdur.

Örneğin, bir otomobil kazasını düşünelim. Kazaya bizzat muhatap olanlarla, kazaya tanık olanların ve tanıkların tanıklıklarını nakledenlerin kazayı anlatması arasında büyük farklar olacağı gibi, bunların idrak tarzına, algılama düzeylerine, bilgilerine (mesleğine), o anki duygu durumlarına ve yorum tarzlarına göre de büyük farklılıklar olacaktır.

Buna göre bir gerçek yani kaza olayı anlatanların anlatışına göre çeşitlenerek, aslı tek olduğu halde gerçeklik katında çoğalacaktır.

Bu durumu, evvel emirde zâhir ile bâtının müşterekliğinden oluşan ve hakikat tanımı içinde toplanan
gayb
a tabi Müslüman inanışına göre düşündüğümüzde ise daha ilginç bir sonuç ortaya çıkacaktır.

Çünkü gayb bilinemeyen değildir; bilinemezliği nedeniyle bilinendir.

Bu noktada gerçekçilik ideolojisinin fiziki gerçeklik bağlamında verdiği savaşın Müslüman maneviyatına karşı olduğu, hakikatteki genişliği, sıradan gerçekliğe indirgeyerek kısırlaştırdığı ortaya çıkacaktır.

#Aktüel
#hayat
#Ömer Lekesiz