37 maddelik Anayasa değişikliği ile, Meclis üyeleri iftihar edebilir. Ama, demokrasinin ne demek olduğunu iyi bilen Yargıtay Başkanı da, gerçekleştirilen değişikliği kifayetsiz ve Meclis'i yetersiz görmekte haklıdır.
Bu arada, Sami Selçuk'un üzerine birden bire "abanmanın" altında, "Acaba başka niyetler mi yatıyor?" diye düşünmeden de edemiyoruz.
Selçuk'un, müessese olarak TBMM'ye karşı olmasına elbette imkân yok. Ama, parti içi demokrasinin işlemediği, milletvekillerinin pek çoğunun temel amacının bir sonraki dönem yeniden seçilmek olduğu düşünülürse, Yargıtay Başkanı'na hak vermemek imkânsız. Zaten, millet de Parlamento'yu yetersiz buluyor. Kamuoyu yoklamalarında siyasetçilerin düşük puan alması bunun delili değil mi?
Evet, Meclis Başkanı Ömer İzgi'nin dediği gibi, Kurtuluş Savaşı'nı yapan da, Cumhuriyeti ilân eden de bu Meclis'tir. Ama o tarihte, "şu gevezeleri susturalım" denildiğinde Mustafa Kemal, buna rıza göstermemiş, İstanbul hükûmeti karşısında Anadolu ihtilâlinin meşruiyetini Meclis'e dayandırmıştı. Böyle bir tarihî zemine oturduğu için, Anayasamıza göre, Başkomutan Meclis'tir. Cumhurbaşkanı, TBMM adına, Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin Başkomutanlığını temsil eder.
İyi de, acaba tatbikatta neler oluyor? Milli irade gerçekten Parlamento çatısı altında tecelli ediyor mu? Ediyorsa niçin, Meclis ve siyasetçiler, itibar sıralamasında en altlara kadar düşüyor?
Bence Ömer İzgi, oturup bunları düşünmeli; haksız gördüğü saldırılar karşısında müesseseye sahip çıkarken, millet ile Parlamento arasındaki güven bunalımını aşacak çareler üzerinde de biraz kafa yormalı.
Kaç kere Meclis'in haysiyeti, darbelerle pas pas yapıldı; kaç kere seçilmiş insanların "görevlerine son verildi." Hiçbir defasında, o çatı altından itiraz sesi yükselmedi. Veya yükseldiyse bile, o sesler cılız kaldı.
Seçilmişlerin pek çoğu, kuzu kuzu parlamenterlik görevini ifa ettiler, sonra da "gidiniz" deyince, kuzu kuzu gittiler.
Anayasa değişikliğinin muhtevasından ziyade, her biri farklı telden çalan partilerin biraraya gelerek, müşterek bir metin üzerinde mutabakata varmaları önemlidir. Ama, acaba bu mutabakat metninde niçin siyasi yasakların kaldırılması yer almıyor?
AK Parti'yi siyasi yasaklar konusunda eleştirmem üzerine, bu partinin genel sekreteri Ertuğrul Yalçınbayır, Anayasa Komisyonu'ndaki konuşmalarını bana gönderdi ve siyasi yasakların 5 yıldan 4 yıla inmesi yerine (yani Erbakan'ın adresine postalı mektup göndermek yerine) yasakların toptan kaldırılmasını savunduklarını, bunun gerçekleşmeyeceğini gördükleri için de destek vermediklerini belirtti.
Yalçınbayır'ın siyasi yasakları eleştiren konuşmanın bazı bölümlerini yayınlıyorum.
"...Anayasa'nın 67'nci maddesi, bireyin siyaset yapma hakkını güvence altına almıştır. Birey, ya bağımsız, ya da örgütlü olarak siyaset yapma hakkına sahip. 69'uncu madde, bir siyasi partinin kapatılmasına neden olan kişilerin, beş yıl süreyle bir başka partide siyasi faaliyette bulunmasına yasak getirmiş. Bağımsız olarak siyasi faaliyette bulunabilecekler. Örgütlü olarak siyaset yapamazlar... Kişileri siyasi yasaklı hale getirmenin hiçbir anlamı yok. Siyasi yasaklar ülkesi olmaktan kurtulmamız gerekir. O nedenle, ben ve arkadaşlarım siyaset yasağına karşıyız. Eğer hukuka aykırı fiilleri, cezai takibatı gerektiren fiilleri varsa, o başka. Eğer suç teşkil eden fiil yoksa, o kişiyi cezalandırmanın bir anlamı da yoktur. Ama biz, uzlaşma metnine sadık kaldığımız için, aykırı oy kullandık. Bir çok lider siyasi yasaklı olmuştur, fakat meydanlar onlara cevap vermiştir. Gelin, fiili duruma hukukî zemini hazırlayalım."
Yalçınbayır'ın yukarıdaki sözleri, AK Parti'nin siyasi yasak konusundaki tavrını da ortaya koyuyor.
AK Parti, mutabakat metnine aykırı önergelerin, üzerinde uzlaşılan 37 maddenin de Meclis'ten geçişini zorlaştırabileceği kanaatini taşıdığı için, Erbakan'ı aktif politikaya döndürecek teklifi desteklemiyor. Bu cenahta Erbakan'ın yolu açılırsa, bazı hassasiyetlerin harekete geçerek Anayasa değişikliğini tamamen engelleyeceği düşünülüyor. Bir de Saadet Partisi ile aynı çizgide görünmekten hoşlanmadıklarını seziyorum.
"İşte farklıyız, Hoca'ya endeksli siyaset yapmıyoruz" mesajı veriliyor, özellikle Kartel medyasına.
Aslında bu gibi saplantılardan ve komplekslerden sıyrılarak, ne pahasına olursa olsun, ilkeleri savunmanın daha doğru olduğu düşüncesindeyim.
Keşke, Ertuğrul Yalçınbayır'ın, Anayasa Komisyonu'nda sarfettiği ve zabıtlara geçen, ama kamuoyuna pek de duyurulmayan o güzel cümleleri, ısrarlı bir politikaya dönüşebilseydi. Geç kalınmadı; halâ dönüşebilir.
Bir zamanlar Demirel'in ortaya attığı ve meydanlardan olumlu tepki alan "Konuşan Türkiye" sloganı gibi, AK Parti veyahut herhangi bir başka parti, "Yasaksız Türkiye'nin" öncülüğünü pekalâ yapabilir. Bu cılız reform paketi belki, Parlamento'ya özgüven kazandıracak, başarma duygusunun verdiği güçle, daha ileri adımlar atmanın da yolu açılacaktır.
Madem söz Erbakan'a geldi, onun, kabul edilseydi Meclis'e itibar kazandıracak bir teklifini de, bu vesileyle hatırlatmak isteriz.
28 Şubat tarihli Milli Güvenlik Kurulu'nda o çok tartışmalı kararlar alındıktan sonra, Erbakan, Mesut Yılmaz'la görüşmüştü. Ona, "Siz şimdi geçmişteki yanlışı doğruyu bir yana bırakın, gelin birlikte demokrasiyi savunalım" demişti. Ve sözlerini şöyle sürdürmüştü: "Ben Teknik Üniversite'de kütördüm. Siz, şimdi bana pas kaldıracaksınız, ben şöyle küt indireceğim. Keşke siz benim yerimde olsaydınız da, ben size pas kaldırsaydım."
Yılmaz, sessizce Erbakan'ı dinledikten sonra şu cevabı vermişti: "Sayın Başbakan, yani bizden ortağınızla birlikte imzaladığınız kararlara karşı çıkmamızı mı bekliyorsunuz? Rejim tıkanmıştır. Rejimin önünü açınız." (1)
Oysa, Erbakan Yılmaz ile görüştüğünde henüz kararları imzalamamıştı. Altının çizilmesi gereken bir diğer gerçek de şu: Yılmaz işbirliğini red'etse dahi, Erbakan tek başına direnip, ülkemizin üzerine kâbus gibi çöken ve askeri de giderek politikanın içine çeken o kararları imzalamayabilirdi.
Zaten siyasetçiler (milletvekilleri veyahut genel başkanlar) ödenecek bedeli göze alamadıkları için, daima pasif davranıyorlar; sonunda o bedeli, bütün millet ödüyor. Tabiî kendileri de.
Mesut Yılmaz 28 Şubat taşeronluğundan kârlı çıktı mı? Veyahut Erbakan uyumlu davrandı da, Refah Partisi'ni kapanmaktan mı kurtardı? Ya Ecevit? Halkla bütünleşen o koskoca Karaoğlan imajını, 28 Şubat'ın karanlık dehlizlerine gömmek bir yana, kocayan kurt misâli maskara olmadı mı?
Geçen gün, Rumeli Hisarı'nda Beşiktaş Belediyesi'nin düzenlediği bir yarışmada, Yılmaz Erdoğan'ın Ecevit'i alaya alışını bilmem seyrettiniz mi? Gençlik yıllarını "umudumuz Ecevit'in ismini duvarlara yazmakla geçirdiğini" itiraf eden Erdoğan, "Şimdi dağ taş dolaşıp yazdıklarımızı kazıyoruz" deyince büyük alkış alıyor. Ecevit'in hastalığından kaynaklanan yanlışlarını karikatürize ettikçe, seyirciler gülmekten kırılıyor. En fazla gülenlerden biri de, Mesut Yılmaz'ın eşi Berna Yılmaz.
Aslında ortada kara bir mizah var. Başbakanımızın haftanın günlerini, bulunduğu mekânı, sabah ile akşamı karıştırması veyahut "Amerika Büyük Devletleri" diye "Amerika Birleşik Devletleri'nin" ismini şaşırmasının neresi komik? Niye gülüyor Berna Yılmaz katılırcasına? Bu ülkeye, millete yazık değil mi? Niçin Anap böyle alay mevzuu olan birinin, başbakanlığını destekliyor?
Semra Özal da Yıldırım Akbulut fıkralarına çok gülerdi. Tıpkı Berna Yılmaz gibi... katılırcasına. Ayıp değil mi? Siz hanımefendiler bu milletle alay mı ediyorsunuz?
Son sözümüz şu: TBMM'nin itibarını düşüren Sami Selçuk, ve onun beyanları değil. Ömer İzgi, hastalığı başka yerlerde arasın.
Bu anekdot gazeteci Fehmi Çalmuk'un, "Selâmün Aleyküm Komutanım" kitabından alınmıştır.
Dünkü, Körfez Savaşı'na ve Türkiye'nin Orta Doğu'daki politikalarına ait yazımda ise, Doç. Dr. Ramazan Gözen'in yazdığı "Amerika kıskacında dış politika: Körfez Savaşı, Turgut Özal ve sonrası" kitabından istifade edilmiştir.