Başı pare pare dumanlı karlı dağlardan, minik derelerden, pınarlardan birbirine karışa karışa çoğalan, taşlara çarpa çarpa köpüklenen, iki yanını naneler, yarpuzlar, çiçekler bezemiş türküler söyleyerek ormana giren, çamdan-kayından-kestaneden-sedirden türlü ağaçlardan kokular devşiren bir dere ormanı geçtikten sonra hızını azaltarak bir küçük göl ile buluşuyor. Onu besliyor. Gölün bir ucundan girip, öteki ucundan çıkıyor. İçinde alabalıklar oynaşıyor. O koca çamlar, sedirler, gürgenler gölü çevreliyor.
Başı pare pare dumanlı karlı dağlardan, minik derelerden, pınarlardan birbirine karışa karışa çoğalan, taşlara çarpa çarpa köpüklenen, iki yanını naneler, yarpuzlar, çiçekler bezemiş türküler söyleyerek ormana giren, çamdan-kayından-kestaneden-sedirden türlü ağaçlardan kokular devşiren bir dere ormanı geçtikten sonra hızını azaltarak bir küçük göl ile buluşuyor.
Onu besliyor.
Gölün bir ucundan girip, öteki ucundan çıkıyor. İçinde alabalıklar oynaşıyor.
O koca çamlar, sedirler, gürgenler gölü çevreliyor. Suya düşen gölgeleri her dakika başka bir manzara arzediyor. Bir iki köşede kuşburnular, dağ çilekleri, böğürtlenler suya eğilmiş onunla konuşuyor. Göle bakıyorsunuz dibindeki çakıl taşları; beyaz, sarı, gri, kara parıldıyor.
Sessizlik.
Sadece ötücü kuşların nağmeleri.
Büyülü bir ortam.
Bu atmosfere giren kişi, bir adım atsa büyünün bozulacağını sanıyor. Bir kelebeğin kanadına dokunmak gibi.
Orada oturup sessizliğin sesini dinlemek, kekik kokulu rüzgârı koklamak kimbilir belki meşelerin arasından o kocaman gözleri ile size bakan bir masal ceylanını görmek, kâinatın kitabını okuyarak bu güzellik karşısında şükretmek, şükretmek, şükretmek.
Tabiatın zikrine iştirak etmek.
Budur.
Cenab-ı Hak’ın bize bahşettiği levha budur.
Göle ikinci gidişimde henüz kenarına varmadan tâ uzaklardan bangır bangır bağıran müzik yayınını, buram buram tüten kebap, sucuk kokularını, her yandan hücum eden motor seslerini duyuyorum.
Göle vardığımda ne göreyim.
Aman Allahım.
Sizde hiç vicdan, merhamet, şefkat, güzellik hissi kalmamış mı?
Bu ne vahşet.
Göl çepeçevre binalarla kuşatılmış. Oteller, moteller, pansiyonlar, lokantalar, çadır altı kebapçılar, seyyar satıcılar, ellerinde fotoğraf makinaları bir o yana bir bu yana koşturan bir kalabalık.
Yerlerde ve göl yüzeyinde mısır koçanları, pet şişeler, sigara kutuları, hatta çocuk bezleri.
Kuşlar kaçmış.
Ağaçlar küsmüş.
Balıklar kaybolmuş.
Göl içine akıttığı gözyaşları ile bulanmış, dibi gözükmüyor.
Adım başına bir tabelâ: Göle girmek tehlikeli ve yasaktır. Göle çer-çöp atmayınız. Gölde balık tutmak yasaktır.
Gölün etrafını beton bir duvarla çevirmiş onu bir havuz hâline sokmuşlar. Havuzun etrafında oturacak sıralar, çay bahçeleri, çekirdek çıtlayanlar.
Çimler kurumuş, sökülmüş, yerine parke taşlar döşenmiş. Turist otobüsleri bir köşede park etmek için birbirleriyle dalaşıyor.
Bir yanda köylü pazarı kurulmuş, tâ aşağı köylerden gelen kadınlar peynir, tereyağı, bal, erişte, tarhana, kuşburnu, yaban mersini, salça, fasulye, mısır, etaminlere kabaca orlonla işlenmiş masa örtüleri, peşkirler, ahşap kaşıklar, oklavalar, naylon leğenler, terlikler, şapkalar, hasır sepetler ve-saire satıyor.
Bir adam kasası dükkâna çevrilmiş koca kamyonu dayamış, züccaciye, makina halısı, seccade, namaz başörtüsü, Arap turistler için entariler, iç çamaşırı, havlular, mutfak eşyası, ucuz porselen vesaire satıyor.
Her turist kafilesinin ardısıra, yanısıra koşturan ipek taklidi seccadeler, parfümler, tahta oyuncaklar satmaya çalışan yapışkan ayakçılar.
Gölde yüzen kayıklar, su bisikletleri.
Daha bir kenarda ağaç altlarında mangal keyfi yapanlar, hamaklarda yatanlar, ikide bir göle kaçmasına rağmen top oynayanlar.
Uyanık bir girişimci epeyce arazi çevirerek yukardan gelen suyun yarısını zaptedip kurduğu alabalık çiftliğinde turistlere çiftlik balığını doğal balık diye kakalıyor.
Dilim tutuldu.
Söz bitti.
Bu memlekette el değmemiş bir köşe kalmayacak mı? Turizm uğruna bu bakir köşeler yağmalanacak mı?
Turizm bu topraklar üzerinden bir Moğol ordusu gibi çimen-çiçek tanımadan her şeyi ezip geçecek mi?