Şehir, kültür ve sanat (1)

04:0010/01/2018, Çarşamba
G: 18/09/2019, Çarşamba
Mustafa Kutlu

Önce bir araştırma: “Z Kuşağı” öğesine yapılmış. Şu anda sıfır-on sekiz yaş arasındaki çocuklara bu ad verilmiş. Araştırma neticelerini televizyondan öğrendim.Bu çocuklar (artık hepimiz biliyoruz) cep telefonu (ki ilk mektep talebesi de kullanıyor) tablet, internet, bilgisayar, yani teknoloji tutkunu. Elindeki kitaba, okulda öğretmeninin anlattıklarına konsantre olamıyorlar. Yukarıdaki aletleri bilgi edinmek için değil, oyun oynamak için kullanıyorlar. Oyunların muhtevası ayrı bir yazı konusu. Bu

Ö
nce bir araştırma: “Z Kuşağı” öğesine yapılmış. Şu anda sıfır-on sekiz yaş arasındaki çocuklara bu ad verilmiş. Araştırma neticelerini televizyondan öğrendim.

Bu çocuklar (artık hepimiz biliyoruz) cep telefonu (ki ilk mektep talebesi de kullanıyor) tablet, internet, bilgisayar, yani teknoloji tutkunu. Elindeki kitaba, okulda öğretmeninin anlattıklarına konsantre olamıyorlar. Yukarıdaki aletleri bilgi edinmek için değil, oyun oynamak için kullanıyorlar. Oyunların muhtevası ayrı bir yazı konusu. Bu tutkuyu ben bizzat büyükler ölçeğinde de izledim. Bir medya merkezinin büyük salonu. Yirmi masa yirmi bilgisayar. Kedi adımlarıyla tüm masaları çaktırmadan kolaçan ettim. İki kişi yazı okuyan (uzaktı ne okuduklarını anlayamadım) ötekiler oyun oynuyor.

Şimdi soruyorum: Z Kuşağı’na okutmak üzere mekteplere “100 Temel Eser” tavsiye etsek işe yarar mı?
(Tuhaftır ve komiktir ki işin esası, şu kitap bu kitap seçilmiş diye münakaşa ediyorlar)
Kafayı taktığım nokta şurası: İnsanlar mı teknolojiyi kullanıyor, teknoloji mi insanları esir alıyor?
(Kumanda senin elinde istediğin kanalı açarsın, gibi kolaya kaçmayın. Kanallardan biri sizi ansızın yakalar hiç haberiniz olmaz. Zaten cep telefonu cebinizde, geçmiş olsun.)
Kafaya takın bakalım “Z Kuşağı” hangi kültüre hangi sanata meyledecektir.

Esasen oyun ve eğlence olsun diye kaleme alınan, çok satan postmodern romanlar uygun mudur?

Sanat ve kültür bir inanç sistemi, bir dünya görüşü, bir hayat tarzı, bir üretim biçimi, bir atmosfer, bir iklim nihayetinde bir ritim üzerinde oluşur.

Tarım toplumu bir örnektir. İslam uygulamasına bakalım. Ritim toprak ve tabiatın doğal seyri içinde vücut bulur. Zamanı “Müslüman saati” tayin eder (Ahmet Haşim’in aynı başlıklı yazısına mutlaka bakılmalı).

Kendi coğrafyamız ve tarih içindeki tablo ile şehir ve musıkiyi ele alalım. (İşte kültür ve sanat)

Tarım toplumunun belirleyici unsuru insanın toprakla ilişkisine bağlı. Burada köy-şehir ayrımı fazla bir mana taşımıyor. Çünkü o dönemin şehirleri de “tarım toplumu şehirleri”dir.

Anadolu’da bu düne kadar böyleydi.

Her şehrin civarında bir “Bağlar” semti vardı. Bu “Bağlar” semti, çoğu şehrin nüfus artışı, hayat tarzının değişmesi, dağın taşın beton apartmanlar ile kaplanması sonucu imara açıldı, ağacını, toprağını kaybetti. “Yeni Şehir”e katılarak yok oldu. (Bugüne kalmış ve bozulmamış örnek Kayseri-Talas’tır)

Şehir ahalisi (tüccar, memur, zanaat erbabı, esnaf vb.) yaz geldiğinde “Bağlar”a taşınırdı. Erkek, kadın, çocuk toprakla uğraşır, bir köylü gibi çalışır, bağa bostana bakar, ihtiyacını kendi üretir, pekmez kaynatır, turşu kurar, kış için sebze kurutur, erişte keser vesaire. Refik Halit “Şeftali Bahçeleri” adlı hikâyesinde ahalinin şehirle-Bağlar arasındaki faytonlar, beygirler, merkepler ile her sabah ve akşam tozu dumana katarak gidip gelişlerini çok güzel anlatır.

Hayat tarzı böyle olunca şehirdeki musıki ile kırsaldaki musıki arasında dünya görüşü, hayat kavrayışı aynı olduğundan bir yabancılık sezilmez. Mesela Harput-Diyarbakır-Kerkük-Urfa sınırları arasında oluşan musıki (Türküler) makam ile okunur.

Divan edebiyatı ile Halk edebiyatı yahut Âşık edebiyatı arasında sınıfsal bir fark yoktur, hepsi aynı dünya görüşüne bağlıdır.

Ancak “Saray” belirleyici bir özelliğe sahiptir. Ülkenin her köşesinden, her kavminden kopup gelen kabiliyetler orada bir potaya girer, dağarcığında olanı verir, verilerini alır, bilgisi görgüsü artar, örnek eserler üretir. Bu “Saray” terbiyesidir, yani yüksek seviyede eğitim. Açıkçası çevre merkezi, merkez çevreyi beslemekte idi.

Bu eğitim standartlarının oluşmasını sağlar. Ev mimarisi (Türk evi deniyor ya, aslını İslâm akidesi çizer) böylece hem biçimine hem muhtevasına kavuşur. Memleketin her köşesinde; coğrafya-iklim-topoğrafya ve malzemeye göre tatbik edilir. Bu sebeple biz Kemah’ta, Safranbolu’da, Ermenek’te, Saraybosna’da, Arnavutluk-Berat’ta benzer evleri görebiliriz. Günümüz şehirlerini, yaşadığımız atmosferi, hayat tarzı tartışmalarını, üretim-tüketim ilişkilerinin hâsılı bu tablo içinde nasıl bir sanat ve kültür hamlesi yapılıp yapılmayacağını tartışan bir yazı yazmalıyım.

Uzatmayalım.

Tarım toplumu bitti. Biz o günden kalan türküleri hüzünle tekrar ediyoruz.
Yeni üretim istisnadır. Mesela Özhan Eren’in “Kara Tiren” türküsü. O bile geride kaldı, artık “Hızlı Tiren” .
Klasik Türk Musikisi de “Ahşa İstanbul” ile birlikte mazide kaldı.
Son bestekâr nesli Avni Anıllar, Yusuf Nalkesenler’dir ki o da artık birer hatıradır.
Biz tarımı terk ettik ama “Sanayi Toplumu” da olamadık. İki arada bir derede kaldık. Batılılaşma tutmadı. Toplum Alaturka ile Alafranga ile ikiye ayrıldı.
Şimdi bunun da bir manası kalmamıştır. Tüm dünya küresel sermayenin hegemonyası altındadır. Kültür ve sanat dahi bu gücün elindedir. Güç kendini teknoloji ile kabul ettiriyor.

Peki, teslim mi olacağız?

Hayır, ama mevzu derin bu hususta düşünmem lazım, siz de düşünün.

#Şehir
#kültür
#Sanat