İlkokula gittiğim yıllarda yüklü bir müfredatımız vardı. Tabiat Bilgisi yanında Tarım dersi dahi gördük. Dersi zayıf olanlar ikmale kalıyor, ikmal sınavını veremeyenler o sınıfı tekrar okuyordu ki, buna “çift dikiş” diyorlardı.
Üçüncü sınıfta ezberden Türkiye haritası çizebiliyor, bu haritada Nevşehir'in yerini gösterebiliyorduk. Dördüncü sınıfta ezbere dünya haritası çiziyor, Kore'nin yerini gösteriyorduk (Kore Harbi yeni bitmişti). Beşinci sınıfta bitirme sınavları vardı. Hem sözlü, hem yazılı giriyorduk. Sınavlarda başarılı olamayanlar okulu bırakıyor, o yıllarda hâlâ gözde olan zenaatlardan (Bakırcılık, demircilik, marangozluk vb.) birini seçerek çırak oluyordu. Berberlik ve terzilik de geçer meslek idi.
Bu zorlu ilk mektep tahsili çoğu öğrenciyi yarı yolda bırakırdı. Öyle ki, 60 kişi ile başladığımız birinci sınıf 30 kişi ile biterdi.
Aynı disiplin ve zorluk, ortaokulda, lisede devam ediyordu. Aynı bitirme sınavları orada da vardı ve tek dersini veremeyen Eylül'de de başarısız olursa okulu bırakıyordu. Bir süre sonra buna bir hak tanındı. Tek dersi Eylül'de de veremeyen bir yıl sonra yeniden sınava giriyor yine geçer not alamazsa okulu bırakıyordu.
Bu disiplin zaman içinde gevşedi, gevşedi, gevşedi, öyle ki sınıfta kalmak ortadan kalktı.
Milli Eğitim'in çöküş hikâyesi budur. Yıllar sonra ben de hoca olarak Milli Eğitim'de çalıştım. Yıl sonunda öğretmenler kurulu toplanır, müdür bir açıklama yapardı. “Arkadaşlar yukarıdan gelen tebliğe göre bu yıl başarı oranı %72 olmak icap ediyor. Oysa bizde %48. Bu durumda oranı tutturmak için birinci dönem üç almış, ikinci dönem bunu dörde çıkarmış olan öğrencileri geçirmeyi teklif ediyorum.”
Genellikle hiç itiraz olmazdı. Öğrencilerdeki gevşeklik öğretmenlere de sirayet etmişti. Disiplinli hocalar hiç sevilmezdi.
Öğretmenlik gözden düşmüş (Aldıkları maaşın çok düşük olması sebebiyle), öğretmenin toplumdaki prestiji kaybolmuştu.
Üniversitelerde de durum aynı idi. Hatta daha feci. Kimse asistan olmak istemiyordu. Öğretmenin ek ders ücreti vardı, asistanda o da yoktu. Bu yüzden hoca açığı oluşmuş mevcut kadro lise öğretmeni gibi haftada 30 saat derse girer olmuştu. Aldığı parayla ne kitap edinebiliyor, ne de vakit bulup kütüphaneye gidebiliyordu.
Sonra tüm sahalarda “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” politikası uygulayan Özal döneminde Eğitim Enstitüleri bir gecede üniversite oldu.
İki yıl da İstanbul'da hocalık yaptım. Hocalar öğretmen odasına girer paltoyu, pardesüyü alıp acele ile çıkarlardı.
Garibime giden bu durumu araştırdım. Meğerse maaşı yetmeyen öğretmenlerin hepsi bir yerlerde birer iş bulmuş ona yetişmeye çalışıyor.
Bu durum gazetelere, mizah dergilerine düştü. Limon satan, çorap satan öğretmen tipi. Açıkçası toplumun en prestijli mesleği olmak lazım gelen öğretmenlik yerlerde sürünüyordu.
Özal enflasyon içinde kalkınmayı öncelediği için işçi, küçük memur, hizmet sınıfı sürekli eziliyor; hazine malına konanlar kazanıyordu.
Tarım unutulmuştu.
Başta dağ köyleri olmak üzere, verimsiz arazilerde ancak karnını doyuranlar sel gibi büyük şehre akıyordu. Onlara arsa, gecekondu, inşaat malzemesi gıda, ucuz olan ne varsa satanlar ha bire kazanıyordu.
Kime sorsan memleket nasıl düzelir diye, “İşe eğitimden başlamak lazım” diyor.
Size bir öğretmen arkadaşın anlattıklarını aktarayım. Ki bu öğretmen arkadaş iyi yetişmiş, sağlam karakterli biridir. Edebiyat okutuyor.
“Abi sınıftayım. Bu sırada duvar tarafındaki sıralardan biri kalkıyor, bana aldırmadan cam tarafındaki sıralardan birine yaklaşıp, bir arkadaşın ensesine bir tokat atıyor, tüm sınıf kahkahaya boğuluyor. Bu durumda ben ne yapabilirim?”
Şöyle cevap veriyorum: “O çocukla muhatap olma. Belli ki serkeş biri, onun kendine benzer arkadaşları vardır. Bir tenhada karşına çıkar sana sataşırlar. Al başına belayı. O sebeple doğru müdüre gidip durumu anlat.”
– Ben de öyle yaptım zaten.
– Ne dedi müdür?
– İdare et hocam, idare et, dedi.
Apışıp kaldım. Söylecek söz bulamadım. Evet eğitimden başlamalı, ama bu çalışmaya-disipline, ahlaka dayanmalı. Hem öğrenci, hem öğretmen için. Az sayıda ama çok iyi yetişmiş bir kadronuz olmalı. Bu disiplin altında okuyamayanları ne yapacağız? Zaten işsizlik almış başını gidiyor.
Onları tarımda istihdam edeceğiz. Emek-yoğun işlerde. Ekilmeyen topraklarda. Yan gelip yatmak ile çalışmanın farkını farketsinler.
– Zor be!
Ee! Zafer biraz da hasar ister.