İstanbul’da kaybolmak

04:003/07/2019, Çarşamba
G: 3/07/2019, Çarşamba
Mustafa Kutlu

Ahmet Hamdi Tanpınar ünlü Beş Şehir adlı eserinin “İstanbul” bölümünde, sonlara doğru şunları yazıyor: “Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor? Niçin Boğaz’dan ve İstanbul’dan bahsederken bütün bu dirilmesi imkânsız şeylerden bahsettim?... Heyhat ki yaldızlı tavandan, gümüş eşyadan ve geçmiş zaman hatırasından çabuk bıkılıyor.Hayır, muhakkak ki bu eski şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluğun kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki

Ahmet Hamdi Tanpınar ünlü Beş Şehir adlı eserinin “İstanbul” bölümünde, sonlara doğru şunları yazıyor: “Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor? Niçin Boğaz’dan ve İstanbul’dan bahsederken bütün bu dirilmesi imkânsız şeylerden bahsettim?... Heyhat ki yaldızlı tavandan, gümüş eşyadan ve geçmiş zaman hatırasından çabuk bıkılıyor.



Hayır, muhakkak ki bu eski şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluğun kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmede kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz.”

Tanpınar’ın yaşadığı ve bu satırları yazdığı günlerden bu yana, İstanbul’da hava büsbütün değişmiştir. Artık yaldızlı tavan ve gümüş eşya hayali bile giran gelmektedir. Bazen düşünüyorum da “İstanbul yazıları”nı yazarken, bir taşralı olarak bilmediğim semtlerini dolaşırken, o semtlerin birbirine geçmiş sokaklarında; çeşmelerin, sebillerin ve türbelerin harâbâtı arasında, bir yanı çökmüş ahşap kalıntıların kahverengi ve hüzünlü yıkıntılarında ben niçin kayboluyorum?

Herhalde tarih ve sanat tarihi merakı değil beni dolaştıran. Kendim için, kimliğim için, içimizdeki bütünlüğün sağlanması için ve elbette ki maziden hale bağlanmak, köksüzlük duygusunun yıpratıcı tehdidinden kurtulmak için kayboluyorum.

Tanpınar aynı bölümün bir yerinde şöyle devam ediyor: “En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız; hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız; hepimiz Hamlet’ten daha keskin bir “olmak veya olmamak” davası içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayatımıza ve eserimize daha yakından sahip olacağız. Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak kâfidir.”

İstanbul, taşrası ile birlikte bütün bir medeniyetin sembolü. Bir mermere kazınmış lale motifinde, ıssız bir tepede yarı yıkık haliyle unutulmuş bir namazgâh kalıntısında, sahabe ve şehit kabirlerinde, hayata geçirilmiş üslubun bütün çizgilerinde, pencere oranlarında ve kapı biçimleri de, avlularda ve çatılarda; Mostar’dan, Kerkük’e kadar Kemah’tan Birgi’ye kadar hemen her yerde karşımıza çıkabilecek olan ve ancak görmek isteyenlere görünecek olan dünya tasarımının ipuçlarını barındırıyor.

Her ne kadar yıkılmış ve yok olmuş olsa dahi, ortadan kalkan eserlerin geride bıraktıkları boşlukta, kullanımdan kalkmış bir iskele önünde, artık zikir ilahilerinin duyulmadığı kapısına kilit vurulmuş bir tekkenin tevhidhanesinde, bir kubbenin güvercin kanatlarıyla yankılanan boşluğunda onu görebiliriz.

Tanpınar’ı okumaya devam edelim: “...Bu dâüssılanın kendisi başlı başına bir âlemdir. Onunla geçmiş hayatın en iyi izahını yapabiliriz. Bu sessiz ney nağmesinde ölülerimiz en fazla bağlı olduğumuz yüzleriyle canlanırlar; biraz da böyle olduğu için, onun ışığında daha içli, daha kendimiz olan bir bugünü yaşamamız kabildir.

Tabiat bir çerçeve, bir sahnedir. Bu hasret onu kendi aktörlerimizle ve havamızla doldurmamızı mümkün kılar. Fakat bu içki ne kadar lezzetli, tesiri ne kadar derin olursa olsun Türk cemiyetinin yeni bir hayatın eşiğinde olduğunu unutturamaz.”

Geçen zaman içinde İstanbul (ve Türkiye) bu eşikten atladı. Önüne mecburi istikamet halinde serilen yolda hayli mesafe aldı. Mazi ile arasındaki uçurumu derinleştirdi, kavuşma noktalarını neredeyse yok etti.

Lakin bütün bunlar hasretin çoğalmasından, benlik arayışının kavurucu bir dinamizm kazanmasından başka bir şeye yaramadı.

Bugün kimlik arayışımız dünden daha köklü bir biçimde tezahür ediyor. Ve İstanbul, yapılan bütün tahribata rağmen ayakta kalan silüeti ile; Süleymaniye’si, Eyüp Sultan’ı, Yûşa’sı, suları ve ağaçları, lalesi ve erguvanları ile kendisine yönelecek dikkatlere bigâne değil. Yeni İstanbul, eski İstanbul’dan en azından şu kavramları tevarüs edebilir: Ölçü ve âhenk, hürmet ve hizmet, tevazu ve merhamet, hakka riayet ve adalet.

Böylece yeniyi inşa ederken bir yerde eski ile buluşmuş, kopan bağı yakalamış oluruz.

Eskiler şöyle demiş: “Aramakla bulunmaz, ama bulanlar ancak arayanlardır.”

#Ahmet Hamdi Tanpınar
#Beş Şehir
#İstanbul