Yeraltı

04:0012/11/2017, Sunday
G: 18/09/2019, Wednesday
İsmail Kılıçarslan

Yirmi iki yıldır, elindeki küreğin toprağa her dalışında çıkardığı o doygun sesler ona bir çeşit müzik gibi geliyordu. Bazı ‘hırş’ seslerini diğer bazı ‘hırş’ seslerinden ayırabilmeyi de öğrenmişti zaman içerisinde. Keseğe mi, taşa mı, yumuşak toprağa mı girdiğini anlardı küreğin her sesinden. Ritmi ona göre ayarlar, küreğin gücünü ona göre dengelerdi. Böylelikle ne toprak yorulurdu ne kendisi ne de kürek.Sabahtan başlardı işe. Besmeleyi çeker, iki metre yirmi santime bir metre yirmi santim bir

Yirmi iki yıldır, elindeki küreğin toprağa her dalışında çıkardığı o doygun sesler ona bir çeşit müzik gibi geliyordu. Bazı ‘hırş’ seslerini diğer bazı ‘hırş’ seslerinden ayırabilmeyi de öğrenmişti zaman içerisinde. Keseğe mi, taşa mı, yumuşak toprağa mı girdiğini anlardı küreğin her sesinden. Ritmi ona göre ayarlar, küreğin gücünü ona göre dengelerdi. Böylelikle ne toprak yorulurdu ne kendisi ne de kürek.

Sabahtan başlardı işe. Besmeleyi çeker, iki metre yirmi santime bir metre yirmi santim bir çukuru bir buçuk metre kadar derinleştirirdi. Bu yanıyla kazdığı çukurlar, standart ölçülerin hafif dışında, biraz genişçe olurdu. Soran olmazdı ya, soran olursa ‘bari burada biraz rahat etsinler’ diye cevap vermeyi tasarlardı hep.


Tam yirmi iki yıldır kimsesizlere mezar kazardı Ali. Müdürlüğün kendisine gösterdiği prefabrik yapıda yatar kalkardı. Yani hem mezar kazıcısı hem de bekçisiydi.

Hatırlıyordu. Askerden dönünce doğruca yetiştirme yurdunun müdürüne gitmişti. Bu ‘baba’ saydığı adamın elini öpmüş, ‘sağol müdür baba, gönderdiğin harçlıklarla yaptım askerliği. Allah senden razı olsun’ demişti.

İkinci çayları içerlerken müdür baba ‘sana bir iş bulmak lazım be Ali’ demişti de Ali’yi rahatlatıvermişti. ‘He ya’ demişti Ali, ‘bir işin ucundan tutmam lazım müdür baba. Ama okuyamadık işte. Ben bir çalım inşaat işlerine baktım ama kulak asma. Amele milleti hep hemşerici, hısımcı olmuş. Orada bize lokma yok.’

Müdür baba, ‘dur bakalım’ deyip bir vakit bıyıklarıyla meşgul olmuş, sonunda telefonu tır tır çevirip bir adamı aramıştı. ‘Çok iyi tanıdığım bir çocuktur, valla bilmem ki, yapar aslında’ falan diyerek, yüzü kah asılıp kah aydınlanarak konuşmuştu. Sonunda da ‘he ya, çocukları da alıp bir gidemedik şöyle kafamıza göre. Bu yaz yapalım inşallah’ diyerek kapamıştı telefonu.

İşte Ali’nin mezar kazıcılığı işi böyle başlamıştı. İşe başladığının onuncu yılında müdür baba, on yedinci yılında kendisini işe alan daire başkanı rahmetli olmuştu. Ali, ikisinin de mezarının kazım işini kimseye bırakmamış, özene bezene yapmıştı bu işi. Mezarlarda ne bir kesek, ne bir taş, hatta ne bir çakıl bırakmıştı. ‘Rahat etsinler rahat. İyi insanlar rahat etmeli’ diye geçirmişti aklından.

Hani denilebilir ki mezarlığın sahibi olan belediye bu yirmi iki yılda sekiz dokuz kez el değiştirmiş, ama Ali’yi kimse değiştirmemişti. Eh, kimsesizler mezarında, bir prefabrik yapıda yatıp kalkarak hem bekçilik hem mezar kazıcılığı yapma işi belki de kimseye cazip gelmiyordu.

Bildiği biliştiği kimsesi yoktu. Ne bir akraba ne bir yaren. Sadece tanışları vardı. Mezarlık caminin imamları, maaşını çektiği bankanın memurları, kimsesizleri mezara getiren polisler falan.

Önce müdür baba, ardından şimdi Samsun Vezirköprü’ye tayin olan İhsan hoca bir kaç ‘evlendirelim seni’ demişlerdi ama Ali kurulu düzeninden öyle memnundu ki hiç dönüp bakmadı bu tekliflere. Zamanla ‘yaşamdan çok ölüme yakın’ olmayı sevdi, benimsedi. Geldiğinde bomboş tarlaya benzeyen bu yerin zaman içerisinde mezarlarla dolu bir mahalleye dönmesine bakıp bakıp iç geçirdi. Dünya hakkındaki fikirlerinin tamamını bu mezarlara bakarak edindi. Ölülerin o beklentisiz sessizliğini sevdi bile hatta. Bazı geceler, bilhassa uykusu kaçtığında, prefabrik evinin önündeki derme çatma tahta masaya oturup konuştu onlarla. Hayatını anlattı. Müdür babayı, İhsan hocayı, güçlükle hatırladığı annesini anlattı. Hatta hiç hatırlamadığı babasının nasıl yakışıklı, nasıl Cüneyt Arkın bir adam olduğunu bile söyledi onlara. Ölülere yani.

Bazı geceler de az aşağı yürüyüp müdür babanın kabrini bulurdu. Uzun uzun dert anlatır, ‘yalnızlık zor müdür baba, inan kimsesizlik ondan da zor’ derdi.

Böyle gecelerden birinin sabahında Mehmet geldi sallana sallana. ‘Ali abi, bugün üçmüş’ dedi. Mehmet her gün gelir, polisten aldığı bilgiyle Ali’ye o gün kaç mezar kazacağını söylerdi. O gün gelmezse iş yok demekti.

‘Üç çokmuş’ diye geçirdi aklında Ali kazmasını küreğini, prefabriğin yanındaki korunaklı yerden tahtaları alırken, ‘üç çokmuş.’

O gün dört mezar kazdı Ali. Sonraki güne işi kolaylamak için değil; dördüncüsü kendisi içindi. Hatta içine girdi kazdığı mezarın. Öylece uzandı. İçi titredi inceden.

Soran olmazdı ya, soran olursa ‘benden ala kimsesiz mi olur?’ demeyi düşündü, ‘kendi mezarımı başkasına kazdırıp da kimseye rahatsızlık vermek istemedim.’

Ardından gevrekçe gülümsedi. Sanki herkes doğmuş olmakla kendi mezarını kazmaya başlamıyormuş gibi geldi ona bir an. Gülümsemesinin büyüklüğünü artırdı. Çoktan kaynamış suyla çayı buluşturmak üzere prefabriğe doğru seğirtti.

#Yeraltı
#Hayat
#Hikaye