“Telefon konuşmam nasıl bilimsel veri haline geldi?”

04:0026/07/2019, Cuma
G: 26/07/2019, Cuma
Fatma Barbarosoğlu

“Her şey FaceApp ile başladı. Babaannemin telefonuna FaceApp indirdiğim gün okula geç kaldım. Neden geç kaldığımı ortak proje yaptığımız insan kişisine anlattım. Niye mi insan kişisi. Adını anmak istemediğimden. Tamam anayım. Cümlemi baştan alıyorum o halde.Bir projede yolumuz kesiştiği için arkadaşım demek zorunda kaldığım Murat’a neden geç kaldığımı anlattım. Fotokopi kuyruğunda laf lafı açtı. Esasında hiçbir şeyin hiçbir şeyi açtığı yokmuş ama... Yani ben öyle can sıkıntısından... Karşı taraf

“Her şey FaceApp ile başladı. Babaannemin telefonuna FaceApp indirdiğim gün okula geç kaldım. Neden geç kaldığımı ortak proje yaptığımız insan kişisine anlattım. Niye mi insan kişisi. Adını anmak istemediğimden. Tamam anayım. Cümlemi baştan alıyorum o halde.

Bir projede yolumuz kesiştiği için arkadaşım demek zorunda kaldığım Murat’a neden geç kaldığımı anlattım. Fotokopi kuyruğunda laf lafı açtı. Esasında hiçbir şeyin hiçbir şeyi açtığı yokmuş ama... Yani ben öyle can sıkıntısından... Karşı taraf da sordukça sorunca...

Bizim aile hikayeleri anlatmakla bitecek gibi değildir zaten. İngilizce hazırlıkta Norveçli hoca bile örnek vereceği zaman “For example Bayan Naciye” diye bir cümleye başlayınca bütün sınıf dikkat kesilirdi. Bayan Naciye dediği babaannem. Nereden mi biliyor elin Norveçlisi. Sınıfta hayat hikayenizi anlatın başlığı altında bir iki kere babaannemli sayfalardan bir iki sayfa paylaşmıştım. Ne bileyim Kuzey’in soğuk adamının bizim nineyle bu kadar ünsiyet kesbedeceğini. Niye mi Osmanlıca’ya vurdum? Konu babaanne olunca dil kayıyor. Velhasıl demem o ki babaannem için ayaküstü beş cilt yazılır. Akıllı telefona kadar olan bölümden bir cilt, hadi bilemedin iki cilt çıkar, ama akıllı telefondan sonra kesinlikle üç cilt yazılır. O gün işte ben bu Murat kişisine neden geç kaldığımı anlatırken bu tutturdu “Dönem projesini babaannen ile yapalım” diye. Tabii ki “Hayır, olmaz!” dedim. Hatta caydırıcı olması için “Bak belgeselini çekmek için kapısını çalarsan babaannemi uyaracağım, senin belgeselini çekeceğiz diyenleri yavaşça oyala ondan sonra da polise haber ver diye” dedim. Polise haber vermesi hiç sıkıntı değil. Altuğ –halamın ilçe emniyet müdürü olan oğlu-, babaannem yalnız yaşıyor diye –tabi ki onun anneannesi- tedbir üstüne tedbir almış durumda zaten.

Nereden bilebilirdim ki konu ben olacağım.

Adam babaannemin belgeselini çekmek yerine benim konuşmayı kaydetmiş. Sonra onu bilimsel bir veri haline getirmiş. “Sıradan bir günün sıradan bir konuşması nasıl olur da bilimsel bir veri haline getirilir diye sorarlar adama” diyorsun. Deme. Acele etme. Nasıl olduğunu anlatıyoruz işte! Konuşmayı yazıya aktarmış. Konuşma metninin önüne ne dediği anlaşılmayan metrelerce uzunlukta ama bol atıflı bir giriş yazmış. Sonra da “Elimizdeki veriyi...” diye başlayan... Evet aynen öyle, gizlice telefonuna kaydettiği konuşmam, “elimizdeki veri” olmuş.

Allah’tan benim sesimi kullanmaya kalkmamış veri diye. Konuşmamı deşifre edip yazılı metin haline getirmekle iktifa etmiş. İktifa ne demek mi? Pardon siz iktifa yerine ne diyorsunuz? Yetinmiş mi diyeyim? Aynı vurgu olmuyor ama. Konuşmamı deşifre haline getirmekle yetinmiş. Yok hiç güzel olmadı bence. Neyse konumuz senin bilmediğin kelimeleri yenileri ile değiş-tokuş edip sonra da yerlerine uygunluğunu test etmek değil elbet.

Sineğin kanadından devasa bilim üretenlerin azminden korkulur. Adam sanki bilimsel bir araştırma ortaya koymuş gibi kendisini haber yaptırmış, makalesi ile ilgili söyleşi vermiş. Bu “pek bilimsel veri”li makale, kişilik haklarına aykırı bir şekilde, sadece bir haftada planlanıp yayınlandı. Lakin kim biliyor bunu. Televizyonlara çıkmış. “Akıllı telefon kullanımı konusunda yaşlı Türk kadınlarının davranış kodları” diye anlattıkça anlatmış. İşte ben tam bu sıra haberdar oldum yancı arkadaşın yalandan şöhretinden.

Kimin sayesinde? Elbette babaannemin. “Bak elde ne babaanneler var, ne babaanne sevgisi olan evlatlar var. Aç da bir bak” diye beni ekran karşısına geçirmeseydi, ruhum duymazdı tabii. Diyemedim ki “O babaanne sensin, o babaanne sevgisi ile dolup taşmış görünen torun da ben oluyorum” diye.

Altuğ’u aradım. Konuyu anlattım. Bak böyleyken böyle, suç duyurusunda bulunmak istiyorum dedim. Suç duyurusunda bulunmamam gerektiğine dair, derhal ipe un serme işlemlerine girişti Altuğ. Deşifre olurmuşuz da... Neyin deşifresi,biz suç örgütü müyüz! Mahremiyetimiz kalmazmış da... Kalmamış zaten! Yok efendim henüz kimin hikâyesi olduğu bilinmiyormuş, hem karşı taraf da çok güçlüymüş zaten de... Karşı taraf Murat mı oluyor bu durumda?

Altuğ, pek aziz İlçe Emniyet Müdürümüz Altuğ, kuzen yani, bana tam 45 dakika sosyal medyadan sonra adli olayların takibinde yaşanan zorlukları anlattı. Kanunlar yetersiz kalıyordan başladı, hâkimlerin sosyal medyanın işin içine girdiği olaylarda sosyal medya baskısı altında hüküm verdiklerinden çıktı.

“Ama istiyorsan, sen sosyal medya hesabından bu makaleyi eleştirebilirsin, senin eleştiri metninin de haber olmasını sağlayabilirim” dedi. Peki o zaman deşifre olmuş olmayacak mıyız? Yok. Ben de olabildiğince bilimsel bir dil ile karşı çıkmalıymışım Murat’ın verilerine. Yahu bilimsel olmayan bir süprüntüyü bilimsel bir dil ile eleştirmek son tahlilde kime katkı sunacak? Ha KİME! Lafın burasında “Orasını bilmem, bilim sizden, asayiş bizden sorulur” diye yeni bir dansa başladı kuzen. Tamam ben de tam bunu söylüyorum işte, bu anlattığım bir asayiş sorunu. Herkes herkesin ses kaydını alıp kendi kafasına göre istediği mecrada kullansa, bu bir asayiş sorunu değil mi?

“Taraflardan biri şikâyetçi olursa, elbette asayiş sorunu” dedi Altuğ komiserim. İyi ya işte taraflardan biri, yani ben şikâyetçiyim. “Sen başka” dedi. Ne demek sen başka. Bizim hakkımız yok mu? “Arkadaşın rızası vardı dese, rızanın olmadığını nasıl ispat edeceksin?” dedi.

Bu şimdi emniyet mensubu olarak sıradan vatandaşın hakkını korumak için sorulmuş bir soru mu? Yoksa erkek bakış açısı ile sorulmuş bir soru mu? Yahut da dayı kızına “Git başımdan, senle uğraşamam” temalı, yıldırıcı bir soru mu?

“Git başımdan” diye bir cümle çıktı Altuğ’un ağzından. “Hay Allah ya! Beni Freud’un koltuğuna oturtup alt bilincime girdin” diye işi nükteye vurmaya kalktı, ama yemezler.

“Tamam Kuzen Altuğ” dedim –ki ne zaman gıcık kapsam bu hitabı kullanırım- “Ahir ömrümüzde psikoloji eğitimi aldığımızı başa kakmanın daha zarif yöntemleri de var. Ama bu iş burada bitmeyecek. Kendini şu başlık için hazırla: ‘İlçe Emniyet Müdürü’nün kuzeninin kişisel bilgileri bir çete tarafından kullanıldı, fakat Emniyet Müdürü herhangi bir işlem gerçekleştirmedi.’ Nasıl şık mı?”

“Acayip blöf yapıyorsun” dedi. “Böyle düşünmek sana iyi geliyorsa, bu blöf sana armağanım olsun” deyip telefonu kapattım.

Ama canım fena halde sıkkın.

Fakat Altuğ ile konuşurken aklıma muazzam bir fikir geldi. Daha doğrusu, o hışım ile telefonu kapattıktan sonra. Ama bu fikri hayata geçirmek için Yılmaz Erdoğan’a ulaşmam şart.

Önce oturup “Sanal Âlemin Saman Tezleri” başlıklı oyunumu yazayım. Sonra bir şekilde Yılmaz Erdoğan ve ekibine uluşmanın yolunu bulurum. Hatta onlara uluşmasam da olur. Sadece Murat’ın görmesi bile yeterli. Nasıl veri toplanıp verip veriştiriliyormuş temalı oyunumuzu, bizim okulun tiyatro bölümüne bile armağan edebilirim. Evet evet kesinlikle böyle yapmalıyım. Yiğit düştüğü yerden kalkıyorsa, yiğit yükseldiği yerden de böyle düşürülür işte.

#Yılmaz Erdoğan