Sonbahar sansürü

04:0029/11/2024, Cuma
G: 29/11/2024, Cuma
Fatma Barbarosoğlu

Yaz aylarını genellikle kısa seyahatler, uzun ev zamanı olarak geçiriyorum. Edebî kalemim güneş enerjisi ile çalışan bir panel gibi. İkindi güneşini, bildiğim bir mekânda idrak etmeyi seviyorum. Sonbahar biterken ister istemez düşüncenin, dolayısıyla yazının pusulası, gündelik hayatın distopik maceraya doğru sürüklenen yapısına teslim oluyor. Yaz aylarında hayat-memat dengesi daha çok hayat üzerinden akarken sonbaharla birlikte memat meselesinin gezegeni ele geçiren “korku”lu yapısı öne çıkıyor.

Yaz aylarını genellikle kısa seyahatler, uzun ev zamanı olarak geçiriyorum. Edebî kalemim güneş enerjisi ile çalışan bir panel gibi. İkindi güneşini, bildiğim bir mekânda idrak etmeyi seviyorum. Sonbahar biterken ister istemez düşüncenin, dolayısıyla yazının pusulası, gündelik hayatın distopik maceraya doğru sürüklenen yapısına teslim oluyor.

 Yaz aylarında hayat-memat dengesi daha çok hayat üzerinden akarken sonbaharla birlikte memat meselesinin gezegeni ele geçiren “korku”lu yapısı öne çıkıyor.

 Eylül bitti, ekim bitti. Kasım bitti. Eylül kasımpatılarla gitti. Sonbaharın şenlikli çiçeği. Çocukluğumda sahiden kasım ayında açardı. Her 10 Kasım günü, “Çiçek getirin!” diyen öğretmenlerin isteği, renk renk kasımpatılarla karşılanırdı.

Tıpkı sebze ve meyveler gibi, her şey gibi, çiçekler de her an “burada” olduğu için artık ayları çiçekler üzerinden takip edemiyorum. Bir Üsküdar akşamında, aylardan ağustos olduğu halde koca bir demet kasımpatı ile karşılanınca şaşırmıştım.

Bütün hayatım boyunca güz mevsimini sevdim, gençliğimde başka türlü sevdim şimdi başka türlü seviyorum, diyecektim. 2019’un güzünden bu yana her güz bir öncekini aratarak geldi.

Lise yıllarında eylülü içimize taşıyan biraz Alpay’ın “Eylül’de Gel” şarkısıydı, biraz da Ahmet Haşim’in “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden/ Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak” şiiri. Nereden bilirdik bu şiiri? Edebiyat kitabımızda vardı. Bir şiire bir haftayı bahşederdi hocalarımız. Müfredat yetiştirmek, sınavlarda çıkacak sorulara odaklanmak gibi mesuliyetleri olmadığından olsa gerek, edebiyat hocası şiir-sever ise günlerce bir şiirin peşinden giderdik. Ezberimdeki şiirlerin çoğu o günlerden kalmadır.

Sonbahar hüznünün içimdeki köklerine demir atmış iken Güzide Sabri’nin, henüz on beş yaşında iken kaleme aldığı Münevver romanındaki hüzünlü satırların sansüre uğradığını öğrendim. Nasıl öğrendim?

Prof. Dr. Seval Şahin, öğrencileri ile birlikte gazetelerin sayfalarında kalmış Osmanlıca romanları Latin harflerine aktararak tefrikaları okuyucuların dikkatine sunuyor. Sadece yazılı olarak dikkate sunulmuyor metinler, zaman zaman Açık Radyo söyleşisi olarak da edebî kamuya armağan ediliyor(du).

Programı dinlerken özellikle üç nokta çok dikkat çekici geldi.

İlki, Güzide Sabri, Münevver romanını Hanımlara Mahsus Gazete’de tefrika etmiş. Hanımlara Mahsus Gazete aylık çıkıyor. Demek ki okuyucu okuduğunu bir ay boyunca hafızasında kayıtlı tutabiliyordu, o dönem.

İkincisi, uzun sonbahar tasvirlerinin yer aldığı romandaki hüzünlü satırlar sansüre uğramış. Güzide Sabri bu durumu şöyle aktarıyor:

“Münevver’i, istibdâdın en ziyade icrâ-yı zulm ettiği bir zamanda yazmıştım. O esnada bütün üdebâ, kalemlerini terk ederek derin bir sükûta dalmış idiler. Nasılsa o zaman intişâr eden, Hanımlar gazetesi, lütfen bu nâçîz eseri tefrika suretiyle neşretmeye cesaret etmişti. Hâlbuki sansürün tahrîfâtına uğrayan kelimeleriyle bu zavallı hikâyecik üryan kalmıştı. Bu defa yeni yazdığım (Ölmüş Bir Kadının Evrâk-ı Metrûkesi) nâmındaki nâçîz bir eserle bunun da aslına tatbîk edilerek tekrar mevki’-i intişâra konulması pek çok kişiler tarafından arzu edildi. Vâkıa sanat nokta-i nazarından değersizliğini mu’terif isem de hakiki bir sergüzeşt olduğu için bence bir kıymeti vardır.”

Bendeniz Güzide Sabri’nin edebî dünyasına yıllar önce Dergâh Dergisi’nde birkaç sayı Güzide Sabri üzerine makale yayınlamış olan Nazan Bekiroğlu’nun şiirsel dili üzerinden vakıf olmuştum. O vakte kadar popüler roman deyince sadece Kerime Nadir’i biliyordum. Ama bizden önceki kuşak Güzide Sabri’yi pek iyi biliyormuş. Mesela Leyla Erbil ve arkadaşları.

Dikkatimi çeken üçüncü nokta ise, Leyla Erbil’in annesi ve arkadaşları, bir araya gelerek Güzide Sabri’nin romanlarını sesli sesli okuyup sonra da ağlıyorlarmış. Selim İleri’den naklen anlattı programda genç akademisyenler.

Onlar anlattı, ama benim de gözlerimle görmem gerekiyordu. Selim İleri’nin Roman Kılavuzu adlı kitabına ulaştım. Hemen söz konusu bölümü buldum.

“Eser büyük yankı uyandırmış, bu yankı yıllar yılı sürmüş. Leyla Erbil, anne evinde hanımların toplaşıp yüksek sesle okunan bu romanı dinlediklerini ve ağladıklarını anlatmıştı. Bu sahnenin 1950’lerin iyice sonunda, Cihangir’deki evimizde birebir yaşandığını belirtmeliyim; Gramofon Hâlâ Çalıyor’da yazdım da...”

Günümüzde sonbahar sansürü yok belki ama 2019 sonbaharından bu yana, gelmekte olan salgın hastalıklara, kapıya dayanan savaşa dair haberlerle “korkmaktan korkarak” yapraklarla birlikte sararıp soluyoruz.

Meraklısı için notlar:

Bu yazıyı galiba bir yıl önce kaleme almıştım. Belki, bir yıldan da önce. Yazıp yayınlayamadığım yazılar bir şekilde kendilerini hatırlatınca sizlerin nazarına vermek bir nevi boynuma borç oluyor.

#edebiyat
#toplum
#Fatma Barbarosoğlu