Münzevi/ “Siyaseti bırakmış...”

04:0010/04/2017, Pazartesi
G: 17/09/2019, Salı
Fatma Barbarosoğlu

Yorgun bir İstanbul günüydü. Her güne İstanbul adını vermem. Ama İstanbul'un değişik yerlerinde bir vesile ile dolaştıktan sonra üzerime sinmiş olan hayal kırıklığının inşa ettiği tükenmiş akşamlara, yorgun İstanbul akşamları adını takarım genellikle. Böylece içime çekilişimi, kopmak istemediğim sükûtumu izah etme yükümlülüğünden kurtulurum.



İzah etmek insanı yorar.



Dostlarımızın yanında izahsız yaşarız. Ne ki dost bildiklerimiz artık uzaktır. Evvel göçenler vardır aralarında, yerine erken yerleşenler ya da bir hastalığın pençesinde günü güne eklemekte zorlananlar...



Ayşe Özel aramızdan ayrılalı bir yıl olmuş. 365 gün. 52 hafta.



İnsan bir dostunu kaybedince, bazı kelimelerini, bazı hayat sahnelerini de kaybediyor. Tam bir şey anlatacak oluyorsunuz sonra birden hatırlıyorsunuz o artık bu âleme ait değil.



Cep telefonuma düşen mesaj, 10 Nisan'da Ayşe Özel için hatim töreni olduğunu haber veriyordu. Mesajı okuya okuya yürüdüm Marmaray'dan Kartal Metrosuna doğru. Bir yıl dedim. Bir yıl.



Kimi görsem biraz sana benziyor duygusuyla mı yürüyordum, dalgınlığımın rengi beni herkes için bildik bir hikâyeye dönüştürüyordu. Bilmiyorum.



Kartal Metrosuna bindim. Akşamın bu saati boş idi. Tam karşımda oturan hanım uzun uzun baktı. Bakışını parantez içine aldım. Elimdeki kitap okuyucunun ekranında kendimi henüz sabitlememiştim ki, bu defa tebessüm etti. Tebessüm sadakadır. Aldım kabul ettim. Kitap okuyucumun ekranından Huzur'un satırlarında kaybolmaya hazırlanırken karşımda tebessüm eden hanım ayağa kalkıp yanımdaki boşluğa gelip yerleşti. O an eyvah dedim.



Eve gitmeden kitabın satırlarında kaybolmak istiyorum. Kaybolup dinlenmek, arınmak.



Benim kendisini hatırladığımdan emin, biliyor musun, dedi Hatice inzivaya çekilmiş.



O sıra Huzur'da Mümtaz'ın Nuran'a bestekâr Tab'ı Mustafa Efendi'yi anlatışını okuyordum. Huzur'u ilk gençlik yıllarımda “kendimi bulmak için” okurdum. Şimdi Huzur'u, gençliğimi hatırlamak için okuyorum. Kanlıca'nın tepelerinde Tab'ı Mustafa Efendi üzerine konuşmuştuk. Tarih öğrencisi olan Z. onun o kadar güzel bestesinden sonra ömrünün sonunu küskün bir münzevi olarak geçirdiğini söylemişti. A. ile ben felsefe öğrencisi idik ve Gazzali'nin kürsüsünü terk ederek inzivaya çekilmiş olduğunu henüz öğrenmiştik. Yağmurlu ve soğuk bir sonbahar akşamında 12. Yüzyılın inzivası ile 18. Yüzyılın inzivasının neye benzediğini konuşmuştuk. Gazzali'nin inzivasını “metafizik ürperti” üzerinden anlamaya hazırdık. Bu hazırlığın yolunu elbette hocamıza borçlu idik. Ama Z., sanatçının küsme hakkından bahsediyordu. Dede Efendi Hac yoluna düşmüş, Tab'ı Mustafa Efendi Galata'daki evine kapanmış...



Sanatçı ne zaman küser?



Kederini sanatının hamuru/mayası kılamadığında mı, o hamur erbabı tarafından kabul görülmediğinde mi?



Biraz önce Marmaray'da Huzur'un beni götürüp bıraktığı, sanatçının kırgınlığı ile düşünce adamının kırgınlığını mukayese eden satırlarda takılı kalmış iken; yanıma gelip oturan, biraz önce sanki benimle birlikte Huzur'u okumuş da okuyuşumuza ara verdiğimiz anda yarım bıraktığımız sohbeti sürdürmeye ceht etmiş bir şekilde “Hatice inzivaya çekilmiş” diyen kadın ile ne yapacaktım? Bu yol nasıl bitecekti?



Hatice kim hanımefendi demeliydim. Ama ondan önce siz kimsiniz hanımefendi demem gerekiyordu, öyle demek ayıp olacağı için, halkla ilişkiler taktiği olarak affedersiniz sizi hatırlayamadım demeliydim.



Baştan söyledim ya, yorgun bir İstanbul akşamında bütün bu cümleleri kurmak hiç mümkün değildi. Yorgunluğumun üstüne bir de keder binmişti üstelik.



Vagondaki bir sürü kişi cep telefonunda ya oyun oynuyor ya da yarım bıraktığı dizi filmini izliyordu.



Artık hiç kimse münzevi olamaz hanımefendi dedim.



(Hanımefendi vurgusundan alınır mıydı?)



Niye diye sormasından korkar bir vaziyette kitap okuyucumun sayfalarından rast gele cümlelerin altını çizmeye başladım. Sonra geriye dönüp daha önce okumuş olduğum sayfaları okudum.



Okurken okurken yanımdakinin varlığını unutmuştum. Esasında o kendini bana unutturmuştu. Yani ben öyle zannediyordum. Aradan bir vakit geçince yani en az iki istasyon ilerledikten sonra...



Siyaseti bıraktı dedi.



Bize ne dercesine baktım.



Çok başarılı biriydi dedi.



Bu kadarı fazla, şaka ise merkep kıvamına gelmeden bitsin artık diye bu defa başımı kitap okuyucuma gömdüm.



Bir şey söylemeyecek misiniz dedi. Ne söyleyebilirdim? Hiç tanımadığım biri ile hiç tanımadığım bir Hatice hakkında, ne konuşacaktım?



Siz Hatice misiniz? diye sordum.



Hayır demesini bekliyordum.



O hayır diyecek ben de bir başkasının seçimini/tercihini biz niye burada konuşmak zorundayız ki diyecektim.(Zorundayız ki derken, kelimelerimin, beni rahat bırakın lütfen frekansında, olmasına dikkat edecektim.)



Evet sonunda dedi.



Neyin sonunda?



Üçüncü şahıs gibi kendinden bahsediyormuş.



Bu yol bitmez.



Tren kapılarını açarken iyi akşamlar deyip kaçtım. Evet kaçtım. Peşime takılmasından, beni sonunda tanıdın demesinden korktum. Onu tanımadığımdan kesinlikle emindim. Hatırlayamamak filan değil. Ya o beni birine benzetmişti benzettiği kişi olmadığımı anlatayım derken kim olduğumu izah edecektim, izah etmeye gücüm yoktu, ya da karşımda bir şizofren vardı.



Bilmediğim bir istasyonda gölgemden korka korka yeryüzüne çıktım.



Bütün bunlar Huzur'un arasına bir porsiyon Ursula Le Guin almamdan mı kaynaklanmıştı, yoksa o kadın sahiden aklını azat mı etmişti!



Aklıma geldikçe içim ürperiyor.



Filmlerde gördüğümüz sahneler gerçek hayatta başımıza gelince hiç de sanatsal olmuyor. MUŞ.




#Kartal
#Metro
#Marmaray