Mektupla gelen geçmiş…

04:007/08/2019, Çarşamba
G: 7/08/2019, Çarşamba
Fatma Barbarosoğlu

Bazen bir mektup bütün bir geçmişi duyguları ile birlikte bu güne getirir. Hiç beklemediğiniz bir anda…Okuyucu mektupları benim en değerli hazinelerimden biri. Gelen mektuplarla kuyuya doğru bağırmadığımı hissediyorum. Ufuk açıcı, yol gösterici, derdi derde tercüme eden mektupları sahiplerinden izin alarak dikkatinize sunuyorum. Biraz sonra dikkatinize sunacağım satırları okuyup, altındaki imzayı görünce “acaba?” dedim. Mektuptaki imza bir isim benzerliği mi idi yoksa hakikaten bir zamanlar merhum

Bazen bir mektup bütün bir geçmişi duyguları ile birlikte bu güne getirir. Hiç beklemediğiniz bir anda…

Okuyucu mektupları benim en değerli hazinelerimden biri. Gelen mektuplarla kuyuya doğru bağırmadığımı hissediyorum. Ufuk açıcı, yol gösterici, derdi derde tercüme eden mektupları sahiplerinden izin alarak dikkatinize sunuyorum. Biraz sonra dikkatinize sunacağım satırları okuyup, altındaki imzayı görünce “acaba?” dedim. Mektuptaki imza bir isim benzerliği mi idi yoksa hakikaten bir zamanlar merhum Ayşe Şasa ile günlerce üzerine konuştuğumuz “Bıçkın ve Orta Halli” romanının yazarı İbrahim Yıldırım mı?

Derhal cevap yazdım “Siz roman yazarı İbrahim Yıldırım mısınız?” Evet cevabını alınca hem sevindim hem içimi derin bir hüzün kapladı.

Sevindim, çünkü İbrahim Yıldırım’ın köşe yazılarımı takip etmesi, bir köşe yazısını tartışmaya açacak değerde görerek mektup yazması çok kıymetli benim için.

Üzüldüm, çünkü ben pek çok yazarı, yeni çıkan kitabı, nur içinde yatsın Ayşe Şasa sayesinde tanırdım. Telefonun başında sesiyle akleden kalpleri birbirine bağlardı Ayşe Şasa. Bazen şu kitap için iyi diyorlar ben okuyamadım bakalım sen nasıl bulacaksın derdi. Çocuklarım küçüktü. Suadiye’den ya da Küçükyalı’dan çıkıp bir kitaba ulaşmak pek mümkün değildi. Çünkü o zamanlar internet üzerinden kitap almak diye bir kolaylık henüz yoktu. İşte öyle durumlarda Ayşe Şasa kitabı bir şekilde bana ulaştırmanın yolunu bulurdu. Kitap elime geçer geçmez, merakla kitaba dair ne söyleyeceğimi beklemeye başlardı. Bazı insanlar beğenmediği kitaplar, filmler üzerine konuşmayı sever. Ben beğendiklerim üzerine konuşmayı severim. Ayşe Şasa o kadar güzel dinlerdi ki dakikalarca konuşurdum, konuştukça zihnimin açıldığını fark ederdim. Sanırım bir daha beni onun kadar güzel, onun kadar derinden dinleyen olmadı. Sözümü hiç kesmezdi. Sadece nefesini duyardım. Bazen o kadar uzun konuşmuş olmaktan mahcup olur özür üzerine özür dilerdim. “YOK CANIM” derdi, “sen bana enerji veriyorsun, sen konuştukça ben tazeleniyorum.”

İbrahim Yıldırım’ın “Bıçkın Ve Orta Halli” romanı işte böyle bir romandı. Ben o roman üzerine günlerce anlattım Ayşe Şasa’ya. Ne anlattım? Anlattıklarımı hatırlamıyorum. Sadece bir duygu kalmış bende. Kitabı su gibi okuyor sonra bir kitabı bize okutan esasında nedir, neden her kitabı herkes okuyamaz üzerine Ayşe Şasa’ya dakikalarca anlatıyordum.

Başta da yazdığım gibi okuduğunuz satırları yazmama vesile olan değerli romancı İbrahim Yıldırım’ın mektubu idi.

Şimdi size o mektup ile baş başa bırakıyorum.

Buyurun:

“Yazılarınızı ilgiyle ve yararlanarak okuyorum.
nıza, 12 sayısı üzerine küçük bir not düşmek istiyorum: Bildiğiniz gibi Nabizade Nazım’ın 1891 tarihli Hasba adlı öyküsünde 40’nı aşmış Behzat 12 yaşındaki Şahende’ye aşık olur. Heinz von Lichberg’in 1916 yılında yazdığı 12 yaşındaki Lolita’sının Nabokov’a esin kaynağı olduğu da söylenir. Ben bu konuyu 2000 yılında Varlık dergisinde Kemal Şahingözlü mahlasıyla Nabokov’un 12 yaşındaki Lolita’sı bağlamında biraz kurcalamıştım. Adı bile manidar olan Hasba öyküsü yıllar sonra kimi incelemeci akademisyenlerimizce erken Lolita olarak geçiştirildi. Ama asıl mesele bu kadar basit olamazdı… Örneğin Okulsuz Toplum’un yazarı İvan İllich, 20. yüzyıldan önce, ne yoksul ne de varsıl insanların; çocuk elbisesi, çocuk oyunu, hatta çocukların yasalar önünde ehliyetsiz olmaları gibi şeyleri bilmediğini, Hıristiyanlığın bazı çağlarında çocuk olmanın bedensel oranlarını görecek göz bile oluşmadığını, ressamların çocukları küçük ölçekte yetişkinler olarak çizdiklerini söyler… Bu durum bizde 20. yüzyılın ortalarına değin özellikle köyde doğan çocuklar için geçerliydi: Onlar yürümeye başladıkları andan itibaren büyük insan muamelesi görür, üretime katılır, tarlada çalışır, ahırlarda, ağıllarda ter döküp tezek kurutuyorlardı… ne onlara özgü giysiler, ne onlara özgü oyunlar - oyuncaklar vardı. Kente göçen çocuklar için ise tarlanın yerini fabrikalar, torna tesviye atölyeleri alırdı. Evet çok şey değişti ama kızlarımıza çocukluklarını yaşatmamakta direnenler de maalesef var. Bütün bunları “O yıllarda büyük ihtimal 12 yaşındaki ‘kapıcının kızı’ bir genç kız olarak kabul ediliyordu” cümleniz ve “1940’larda Oğul olmak…” adlı yazınız bağlamında söyledim. Bu arada bizde çocukluğa, çocukların mutluluğuna kıymet vermemiz gerektiğini ilk söyleyen 1928 yılında İkdam gazetesinde çocuklara mahsus ne bir hıfzısıhha, ne bir giyim tarzı, ne bir eğlence, ne bir bahçe var diye yakınan Ahmet Haşim’dir. Peki, Ahmet Cemil’i İsviçreli bir kapıcının kızına meftun ederek, esasında Tanpınar ne demiş oluyor sorunuza bence Ahmet Cemil’in indirgenmesi dışında da yanıt aransa iyi olur diye düşündüğümden sabah sabah vaktinizi aldım, dolayısıyla Ahmet Cemil ile Mümtaz’ın benzerliklerine değinmeyeceğim…

Güzel bir gün dileğimle.

İbrahim Yıldırım

#Mektup
#Geçmiş
#İbrahim Yıldırım
#Ayşe Şasa