“Çocukluğumda harika zamanlarımız da oldu. Annemin ailesinden bize, Saraybosna'dan fazla uzak olamayan Stup'taki Azici köyünde küçük bir mülk kalmıştı... Yazları okullar kapanınca mülkümüze giderdik. Bu 1932'den 1940'a kadar 7-8 yıl boyunca böyle devam etti. Babamın sağlığı bozulmadan önceki ilk beş yıl boyunca oraya annemle ve babamla giderdik. Sonraları onlar Saraybosna'da kalmaya başlayacaklar; biz de mülkümüze annemin kız kardeşi olan dul teyzemle birlikte gidecektik. Kırda geçen bu yaz günleri kuşkusuz hayatımın en güzel günleriydi...”
“Kırda geçen bu yaz günleri kuşkusuz hayatımın en güzel günleriydi...” sözü, bazı okuyucularda, tatlı bir çocukluk ve tabiat nostaljisi etkisi uyandırmış olabilir ama öyle değildir. Bu sözden müthiş bir hüzün yayılır ve hepimizi can evimizden vurur. Hepimiz, çocukluğumuzu özleriz, çocukluk bizim yitik cennetimizdir. Ancak babasıyla annesinin mutlu zamanlarını çocukluğunda görmüş, babası hastalandıktan sonra, çocukluğuyla birlikte o mutluluğu da kaybetmiş olan Aliya'nın durumu daha farklıdır. Çocukluğu onun için bizimkinden çok daha değerli bir yitik cennettir. Onun köklü ve sağlam tarih ve gelenek bağlılığında, mutluluğun ve güzelliklerin geçmişte kaldığını ona söyleyen yaşantılarının payı büyük olsa gerektir.
“Ben her bakımdan annemle babamın bir karışımıydım. Fiziksel olarak daha çok annem ve dayılarıma benziyordum ve bu beni pek mutlu etmiyordu; ben yakışıklı iri yapılı bir adam olan babama benzemek istiyordum. Ancak karakter bakımından daha çok babam gibiydim. Annemin bütün akrabaları dışa dönük, açık ve iletişime yatkın insanlar iken, İzzetbegoviçler içe dönük ve çekingen tiplerdi.
Babam Saraybosna'ya annemin akrabaları arasına gelmek zorunda kalmış olmasına rağmen, onlardan büyük saygı görürdü. Ne zaman bir aile ya da evlilik sorunu çıksa, o tartışmada bir tür yargıç ya da hakem olurdu. Ailenin geri kalanının onu dinlediğini bilirdim ve bu da beni etkilerdi. Bir çocuk olarak basitçe söylemek gerekirse, anneme âşıktım ve o, ne zaman babamla birlikte bir yere ziyarete gitse, onlar dönene kadar uyuyamazdım. Bazen gece yarısına kadar gelmelerini bekleyerek uyanık yatardım. O kadar yorgun olurdum ki, kapının açıldığını ve içeri girdiklerinde ayak seslerini duyar duymaz uyuyakalırdım.”
Aliya'nın anne ve babasına olan hissiyatını çok açık biçimde anlattığı bu satırlar da en az kır evindeki yaz günleri satırları gibi hüzünlü. Aliya'nın hayatındaki gerçek kahraman, ideal erkek imgesi babasıdır ama babanın öykünülen görüntüsünden kısa bir çocukluk anılarının ardından artık eser kalmadığı gibi, kadere bakın ki, fiziksel olarak dahi ona benzeyememiştir. Babasının mirasını devam ettirebilmek için, elinde içe kapalı mizacından başka bir şey yoktur. Ama Aliya'nın fark etmediği bir gerçek var burada. O da hasta yatağındaki babasının aile içindeki “yargıç ya da hakem” rolünü kendi hayatında fazlasıyla içselleştirmiş ve sindirmiş olması. Kim bilir belki de, bu büyük uzlaştırmacı liderlik, Aliya'nın babasının aile içindeki rolünü bu içten benimseyişi sayesinde ortaya çıkmıştır.
Hüznün bir kaynağı da anneye karşı duygular... Kendisini eşine ve çocuklarına adamış bu kadına kim hayran olmaz, hangi oğlan, babasının yerinde olmak istemez ki... Bu bağlılığın Aliya'nın hayatındaki sonraki en büyük etkisinin ise önce Yugoslavya'ya, sonraya Bosna-Hersek'e yani vatana bağlılık olduğunu söylemek ise sanıyorum aşırı-yorum olmayacaktır. Aliya, babasına ve onun Osmanlı ve Türk köklerine böylesine yoğun bir hissiyat içindeyken, onu zor günlerde ailesiyle gelip İstanbul'a yerleşmek yerine ülkesi için mücadeleye iten, büyük ihtimalle bu bağlılıktır.
Annesinin önerisi ve biraz da ısrarıyla Aliya, her sabah namazına camiye giderdi. “Güneş doğmak üzere ve yaşlı imam Müjezinovic camide olurdu. Sabah namazının ikinci rekâtında daima Kur'an'ın harika surelerinden biri olan Rahman suresini okurdu. Taze bahar sabahındaki o cami, sabah namazında okunan o Rahman Suresi ve civardaki herkesin kendisine saygı duyduğu o âlim; uzun zaman önce geçip gitmiş yılların sisleri arasında hala en net biçimde görebildiğim görüntüleri oluşturmaktadır...”
Geçip giden onca yıla rağmen yaşlı imam Müjezinoviç ve onun her sabah namazında okuduğu Rahman Suresi…
“Rahmân Kur'an'ı öğretti.
İnsanı yarattı.
Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.
Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir.
Otlar ve ağaçlar (Allah'a) boyun eğerler.
Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu.
Ölçüde haddi aşmayın.
Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın.
Allah yeri yaratıklar için var etti.
Orada meyve(ler) ve salkımlı hurma ağaçları vardır.
Yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler vardır.
O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
……..”
diyen, müteakiben, Kıyamet Günü'nü, cenneti ve cehennemi, anlatan, “İyiliğin karşılığı, yalnız iyiliktir” diye buyuran ve her seferinde “O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” diye tekrar tekrar hatırlatan Rahman suresi... Şimdi, hep birlikte, her sabah bu insanı sarsan titreten şiirsel gücü olan sureyi dinleyen bir çocuk düşünelim. Sadece Rahman Suresi'nin sözlerine bakarak bile, “Doğu ve Batı Arasında İslam”ın yazarı Aliya İzzetbegoviç'i bulabilir ve niye onun barış için tüm insanlığı muhatap aldığını kolayca anlayabilirsiniz.