Hepimiz ‘zamane’ miyiz?

04:0022/11/2018, Perşembe
G: 22/11/2018, Perşembe
Erol Göka

Beşeri bilimler ve psikoloji alanında yapılmış bir çalışma eğer günümüzün, modern zamanların önceki devirlerden farkını dikkate almıyorsa benim için hemen değerini kaybeder.Teknolojiyi dipten temele esaslı bir sorgulamadan geçirmek yerine, “o tarafsızdır, iyiye de kullanılabilir kötüye de hayra da yarayabilir şerre de” diyen bir bakışa sahip bir çalışmayı çok vakit kaybetmeden eler geçerim. Böyle düşünmemde gençlik yıllarımda okuduğum R. Guenon ve S. H. Nasr gibi yazarların büyük payı var. “Modern

Beşeri bilimler ve psikoloji alanında yapılmış bir çalışma eğer günümüzün, modern zamanların önceki devirlerden farkını dikkate almıyorsa benim için hemen değerini kaybeder.


Teknolojiyi dipten temele esaslı bir sorgulamadan geçirmek yerine, “o tarafsızdır, iyiye de kullanılabilir kötüye de hayra da yarayabilir şerre de” diyen bir bakışa sahip bir çalışmayı çok vakit kaybetmeden eler geçerim. Böyle düşünmemde gençlik yıllarımda okuduğum R. Guenon ve S. H. Nasr gibi yazarların büyük payı var. “Modern Dünyanın Bunalımı” ve “İnsan ve Tabiat” kitapları o zamanlar neredeyse ezberimdeydi. Bunların üzerine gelen büyük şairimiz İsmet Özel’in teknik, medeniyet ve yabancılaşma meselelerini ele aldığı “Üç Mesele”si bakışımı iyice pekiştirdi. O zamandan bu yana siyasi bakışım giderek ılımlı bir çizgiye otursa da hayat, modernliğin tüm algı ve zihin sistemimizde çok köklü farklılıklar yaptığı şeklindeki görüşlerimi değiştirmek yerine perçinledi.

Gençliğimde bu konuda en çok tavsiye ettiğim kitaplardan biri de, kıymetli dostum Hakan Arslan’ın 1992’de henüz 26 yaşındayken yazdığı “Zamanın Kültürleri” (Ağaç Yayınları) idi. Şimdilerde bırakın Hakan Arslan gibi kültürlerin zaman algıları üzerine yirmili yaşlarda teorik kitap yazmayı, teorik konulara ilgi duyan insanımız dahi çok azaldı. Ben bugün yine teori konuşmaya cüret edeceğim. Hakan’ın kitabının yeni baskısını meraklı bir yayıncıya bırakayım ama zaman algımızın yaşadığımız kültüre bağlı olduğu tezini işleyen bazı çalışmalar önereceğim.

Bu yıl 10 Eylül’de yitirdiğimiz Fransız ressam, kültür teorisyeni, şehirci ve estetik filozofu Paul Virilio’nun, dilimize M. Cansever tarafından çevrilen ve 1998’de yayınlanan “Hız ve Politika”sı (Metis Yayınları) önereceğim ilk kitap. Virilio’ya göre, yaşadığımız toplumun bütün yapıları hareket yeteneğinin, hücumun, çarpışma ve caydırmanın, hızla ilerleme ve sızmanın egemenliği altındadır. Ortaçağ kalesi, toplar, zırhlı savaş araçları, proletaryanın hem kent içinde hem asker olarak hareketlendirilmesi, banliyöler, gecekondular, yollar ve trafik, derken atom bombası, sonra füzeler, nükleer başlıklar... Hep hızlı, daha hızlı, en hızlı... Askeri sınıf ve mühendisler tarafından örgütlenen hız toplumu, bütün bu edimleriyle askeri bir toplumdur; politika da, çeşitli hareket hızlarının totaliter biçimlerle denetlenmesinden başka bir şey değildir... Kendi kendisini yok etmeye doğru hızlanan bir hız... İlk kez Virilio’nun 1977’de yaptığı bu saptamalar, sonradan günümüz toplumunun temel niteleyicilerinden birisi oldu. Hıza odaklanmak, başta zaman algımız olmak üzere, birçok şeyi kökünden değiştirdi. Günümüzde hızın ve hazzın önemi ve aldığı biçimler üzerine birçok çalışma yapıldı.

Modernliğin zaman algımızı nasıl değiştirdiğiyle ilgili bir diğer çalışma, Stephen Kern’in “Zaman ve Uzam Kültürü (1880-1918)” (Çeviren A. Selman, İletişim Yayınları, 2013). Kern, modern teknolojinin ortaya çıkardığı araçların zaman ve mekân algımızı nasıl değiştirdiğini incelemeye çalışıyor. Ona göre Titanic’in bu kadar canlı biçimde hatırlanışı 1880-1918 yılları arasındaki teknolojik devrim nedeniyle. Zira “bu büyük facia, tarihte benzeri yaşanmamış biçimde, üstelik eşzamanlı olarak tüm dünyada duyulmuştu. Telsizler, telgraf operatörleri, gazeteler an be an bu dramdan haberdar olabilmişlerdi. Gemiyi batarken izleyen yüzlerce kazazede tanıklıklarını anlatacak, Titanic’in hikâyesi yine eşzamanlı bir ivmeyle her yerde bilinir olacaktı. Buharlı gemiler ve enerji kullanımıyla yolculuk süreleri azalmıştı; bu faciayla birlikte sadece ulaşım değil, iletişim sürelerinin de kısaldığı anlaşıldı. Hemen herkes zaman ve uzam deneyiminde bir devrim yaşandığının farkındaydı.”

Kamera her yere girebildiği, ayrıca ucuz fiyatları ve karışık oturma düzeniyle tiyatronun entelektüel kültürünü işçi sınıfına açtığı için “demokratik sanat” addedilmeye başlanmıştı. O sıralarda, bisiklete ve otomobile de orta ve alt sınıflara sosyal mekandaki mesafeleri kaldırma imkânı sağladıklarından aynı gözle bakılıyordu. Aristokrasinin kırsal yerleşim statüsünün yerini, burjuvazinin yeni kentsel yerleşim statüsü almaya başlayınca, toplumsal saygınlığın korunmasında mesafenin değeri azalmıştı.

Kern’e göre teknoloji sadece zaman ve mekân algımızı, gündelik hayatlarımızı değiştirmemiş, doğrudan doğruya, felsefeden, bilim ve sanata tüm zihin dünyasını etkilemişti. Fizikte Einstein’ın görecelilik teorisi, felsefede Bergson’un sürelilik kavramı, psikiyatride Freud’un bilinçdışı zihinsel süreçleri, sosyolojide Durkheim’ın zaman ve mekânın sosyal göreceliliği, resimde Picasso’nun kübizmi ve edebiyatta Proust’un kayıp zaman arayışı ile Joyce’un bilinç akışı tekniği, geleneksel hiyerarşilerin dağıtan, mesafe engelini ve sınırları ortadan kaldıran iletişim teknolojilerindeki bu değişim nedeniyle ortaya çıkmıştı… Bahsedeceğim başka kitaplar da var.

#Hakan Arslan
#Picasso