|
Muhafazakâr siyasetin İstanbul ile imtihanı

Dış güçler, küresel hegemonya, güdülenenler, hainler, PKK’lılar, FETÖcüler… Bu kelimelerden örülü bir siyasal epistemolojiyle İstanbul seçimlerini açıklayamayız. Çünkü insanlar ve toplumlar kukla değil. Millet varsa, millet iradesi de vardır. Millete inanıyorsak, milletin iradesine de inanmak zorundayız. Millete inanıyorsak, oy verme davranışını onun ötesindeki varlıklarla açıklayamayız.


Dış güç ya da içerdeki hainlere indirgeyerek açıklamalarda bulunmak milleti kukla görmektir. Millete inançsızlıktır. Bunlardan öte milletin yaptığını anlamayı reddetmek ve kendini mutlak doğru kabul etmektir. İstanbul seçimleri örneğinde konuşuyorum. Burada muhafazakâr siyaset ciddi bir yenilgiye uğradı. 1994 yılından beri yönettiği, içinden büyük bir lider ve hareket doğurttuğu şehri kaybetti. Bu siyasal gerçekliği görmek gerekir. Eğer bunun üstünü örterek sürrealist bir siyasal bilinçle hareket edersek, gün gelir bunun maliyeti çok daha pahalıya mal olur.

Muhafazakâr siyaset neden çeyrek yüzyıldır yönettiği ve içinde Ak Parti hareketini doğurduğu bu kutlu şehri kaybetti? Şimdi bu soruyu sormanın ve doğru cevabı aramanın zamanı. Üstelik bir buçuk ay içinde büyük bir oy farkıyla bu yenilgiyi aldı. Bir buçuk ay içinde neler oldu? Önce buna bakalım. Pontusçuluk ve Rumluk tartışması doğdu. Rakip siyasetçi bununla suçlandı. Oysa muhafazakâr siyasetin dini temelinde insanların soyu önemli değil, temsil ettikleri dava, yani idealler önemli. Karadeniz, İstanbul’da muhafazakâr siyasetin belkemiği iken burada büyük bir şaşkınlıkla karşılaştı. Sonra rakibe yönelik eleştiriler, yorumlar ve üslupların dozu “eleştiri eşiğini” çok aştı. Onun kişiliğine saldıran ve böylece onu halk nezdinde mağdura dönüştüren bir evreye ulaştı. Muhafazakâr medyanın “aşırı yorum” dili, bu mağduriyete neden oldu. İmamoğlu’nun ordu valisine yönelttiği küfür nedeniyle seçilse bile başkan olamayacağı ifade edildi. Hukuksal meşruiyetin, sosyolojik meşruiyetin önüne çıkarılarak halkın oy verme davranışının önemsiz olabileceği algısına yol açtı. Oysa bizzat Ak Parti liderinin doğuşu tam da bu dinamik üzerinden yükselmişti. Hukuk cezalandırarak Erdoğan’ı hapse atmıştı, ama halk onu omuzlarında Meclis’e taşımıştı. ( 2011 Genel Seçimleri’nden sonra Erdoğan hapse atılmasına neden olan şiiri TBMM’de okuduğunda ağlamıştım!) Bu yaklaşım da “eleştiri eşiğini” ters yüz ederek rakibi mağduriyete çevirdi.

Cumhur İttifakı, İmamoğlu’nun HDP ile ittifakını teröristlerle beraber çalışmak diye tanımladı. Öte yandan son anda Abdullah Öcalan ve kardeşi Osman Öcalan’ı gündeme taşıdı. Halkın bilincinde PKK’yı kuran ve yıllarca dağda silahla dolaşarak insanları katletme emrini veren gerçeklik Öcalan’lardı. Halk Demirtaş’tan daha fazla Öcalanları terörist gördü.

Muhafazakâr siyasetin realitesi oldukça güçlüydü. İstanbul’da binlerce proje yapılmıştı. Bizzat bunu yapan bir mühendis olan Binali Yıldırım, sahih bir biçimde yapmaya devam edeceğini söyledi. Hatta istihdam meselesini çözme konusunda da çok realist projeleri anlattı. Buna karşın rakibi İmamoğlu ise sadece dağıtmaktan, özgürlük ve demokrasiden bahsetti. İrrasyonel bir siyasal perspektif ortaya koydu. Bir bakıma irrasyonel/”idealist iyimser” siyaset yaptı. Yıldırım ise realist siyaset. Ancak ilginç bir biçimde insanlar denemedikleri duyguların ve düşüncelerin içinde yer aldığı siyaseti tercih ettiler. Realist olanı ancak, yorgunluğu da içinde taşıyan siyaseti istemediler. Özellikle gençler bu sürrealist siyaseti, yani irrasyonel iyimserliği benimsediler.

Elbette İmamoğlu, CHP içinde olmakla beraber kendini özenle CHP’nin ötesinde gösterdi. İYİ Parti ve HDP başta olmak üzere muhafazakarlara da CHP ötesi bir siyaseti temsil ettiği imajını verdi. Binali Yıldırım ise kendisini Ak Parti ile bütünleşen ve daha düşük düzeyli Cumhur İttifakı adayı olarak anlattı. Projeler, geçmişi ve hikayesi tamamen Ak Partiydi. 17 yıl iktidarda kalan, önemli reformlar yapan, ancak son yıllarda güvenlik konjonktürü nedeniyle önemli zorluklardan geçerek “yorgun düşen”, çeşitli zafiyetleriyle de yıpranan bir Ak Parti. Bu siyasal konseptler içinde konuşan, vaat eden, halka seslenen liderler yine bu konseptlerle beraber bir sonuca gittiler.

İslam dünyasında darbelerle gelen ve yine darbelerle giden siyasal değişimler yaşıyoruz. Cezayir, Mısır, Sudan, Etiyopya’da bunlar oluyor. Türkiye, bütün güvenlik sorunlarına rağmen İstanbul’da demokrasiyi çalıştırdı. Millet iradesi tecelli etti. “İslamcılar iktidar vermek istemiyor”, “Erdoğan diktatör” diye bağırıp çağıranlar boşa çıktı. Sonucu ilk kutlayan ve İmamoğlu’nu tebrik edenlerin başında Cumhurbaşkanı Erdoğan geldi. Bu da Türkiye’de İslam ve demokrasi ilişkilerinin artık oturduğunu göstermesi açısından önemli. Yüzyıl önce İstanbul’da doğan demokrasi, yine İstanbul’da verdiği sınavla yoluna devam ediyor.

#PKK
#FETÖ
#İstanbul
5 yıl önce
Muhafazakâr siyasetin İstanbul ile imtihanı
Uyanıklığa övgü
Yapay zeka bizi nasıl işsiz bırakır?
Perdeler çok kalınlaşmış
Doğrudan yatırım doğudan gelir
Temmuz sonrasında memurların bilmesinde fayda olan pratik güncel mali bilgiler