Ağaca balta vurmuşlar, "neyleyim sapı bendendir" diye inlemiş

00:007/05/1999, Cuma
G: 9/09/2019, Pazartesi
Dücane Cündioğlu

İhanetle gaflet arasındaki çizginin inceldiği, hatta gözden kaybolur gibi olduğu günlerde, kimin neyi ve niçin savunduğunu, kimin neye ve niçin karşı çıktığını anlamak zorlaşır. Öyle ki kalenin kapısı bir kere açıldıkda, artık kimin kalenin kapısını içeriden açtığı da anlaşılamaz/bilinemez hâle gelir. Oysa hâlâ açılmamış muhkem kapıları bulunan kaleler varsa bu dünyada, o kalelerin halkı müteyakkız olmalı, dışarıdan saldıran düşmanların hesabını yaptığı kadar, kalenin kapısını içeriden açabilecek

İhanetle gaflet arasındaki çizginin inceldiği, hatta gözden kaybolur gibi olduğu günlerde, kimin neyi ve niçin savunduğunu, kimin neye ve niçin karşı çıktığını anlamak zorlaşır. Öyle ki kalenin kapısı bir kere açıldıkda, artık kimin kalenin kapısını içeriden açtığı da anlaşılamaz/bilinemez hâle gelir. Oysa hâlâ açılmamış muhkem kapıları bulunan kaleler varsa bu dünyada, o kalelerin halkı müteyakkız olmalı, dışarıdan saldıran düşmanların hesabını yaptığı kadar, kalenin kapısını içeriden açabilecek olan gafil sûretindeki hainler karşısında da tedbirâtı elden bırakmamalı... Çünkü mahremiyetlere el uzatılıp canlar ziyan olduğunda, kale içindeki nizam u intizam bozulup kale halkı perişan bir halde başının çaresine bakmaya çalıştığında, muharebeler kaybedilip hürriyetler yok olduğunda, mukaddes değerler ayaklar altına alındığında, canlara tecavüz edilip direnenler itlaf edildiğinde, kısaca kale direğine düşman bayrağı asılıp bütün değerler tek tek çiğnendiğinde ihaneti teşhis etmenin, gafletin mâl olduğu neticelerden pişman olup dövünmenin kimseye bir yararı olmaz, olmamıştır da zaten.

Düşmanın zaferi hep zahirdedir, zahire göredir. Mağlupların yüreklerindeki ümidin ateşi sönmedikçe, harbin kendisini harbin neticesinden ziyade önemsemeyi sürdürdükçe, eyyamullahın rüzgârının kale burçlarını yıktığı kadar kale halkının korkmuş kalplerine ümit de aşılayabildiğini unutmadıkça, yenilginin geçici, muharebenin dâim olduğu hiçbir sûretle akıllardan çıkarılmadıkça, zahirdeki mağlubiyetler korkakları korkutur, belki hainleri cüretlendirir; lâkin "düşmanların dünya hayatının sadece zahirini bildiğini" bilenlerin zahire aldanmalarının müsebbibi olamaz.

Yerlilerin çığlığı

Kale dışında ve düşmanın kışkırttığı münadilerin sözlerinin kale halkına ne tesiri olabilir? Kim bu hakaretlere aldırır, kim yalanlara, iftiralara, sövüp saymalara bir değer atfeder de boş yere tehevvüre kapılır?!? Düşmandan geleni, düşmandan geldiği bilindikçe göğüsleyemez mi cesur yürekler?! Karşı koyamaz mı namerdin namertliklerine aksakallı bilgeler!? Kadınlarımızın mı, çocuklarımızın mı itibar edeceği umulur mancınıkla kale içine düşen iftira ateşlerine?!! Yaşlılarımız la havle ile destek vermez mi sanılır burçlardaki yiğitlere?! Kadınlarımız mı çekinecek o kınalı ellerini kanatmaktan, yaralı yiğitlerin yaralarını sarmaktan!?! Niçin endişe duyalım ki; çocuklarımız dahî oyun oynamayı bırakmışlar, bir yandan yaşlı gözlerle türkü söylüyorlar, bir yandan babalarının sadaklarına ok yetiştirmeye çalışıyorlar?!

İsmet-i mahremiyet için değmez mi zannediliyor bunca çabaya?! Vücûdiyetimizin, hayatımızın, hayatiyetimizin anlamı olan bir kaleyi müdafaa etmek uğruna bedel ödemeyi daha en başta göze alanlar bizler değil miyiz? Evet bizler değil miyiz, Yemen türkülerini söyleyerek çocuklarını büyütenler?!! Tuna boylarında yavrularını kaybedenler?!!

Ayancıkta aynalarımızı parlatırken kaldırıp atmadık mı başlarımızı kendi kazdığımız çukurlara?!! Nûr dağına çıktığımızda kendimiz ayırmadık mı başlarımızı gövdelerimizden?!! Öyleyse nasıl kuşku duyarlar, varolmak için varlığından vazgeçenlerin sadakatinden?!! Nasıl inanmazlar, varlığımızdan vazgeçtikçe/vazgeçebildikçe varolabildiğimizden?!!

Bizler ki hiç ihanet etmedik toprağımıza. Yüzlerimizde boyalar savaşırken bile ateşin etrafında incitmedik o toprak altında toprağa karışanları... Gaflet esintilerinin başımızı döndürmemesi için içtik o aşk şarabını ve uyumadık aslâ hiçbirimiz... Savaş boyaları silinmesin diye yüzlerimizden yüzlerimizi seher esintileriyle yıkadık. Diri kalalım, dingin kalalım, hep bir arada kalalım diye çadırlarımıza uğramadık, atlarımızın sırtından inmedik, sadaklarımızı çıkarmadık.

Bizler ki savaşa Hızır''ın huzurunda hazırlanmadık mı? Boyalarımızı yüzlerimize onun yardımıyla sürmedik mi? El almadık mı, elini öpmedik mi ellere giderken? Öyle ya, yârimizi O''na emanet etmedik mi yar kenarlarında? Çıkmadık mı düşmanın karşısına yol başlarında? Esmedik mi rüzgar gibi, yel gibi, cehennem gibi düşman üzerine dağların tepelerinden? Döndük mü hiç sırtımızı düşmana, gizlendik mi hiç sütrelerin arkasında, attık mı sattık mı kardaşlarımızı, karındaşlarımızı?!!

O halde şimdi niçin ağlıyor kadınlarımız, çocuklarımız? Neden suskun ve mahzûn dedelerimiz?! Niçin kızgın ve öfkeli bakışlarla süzerler genç savaşçıları da bakmazlar yüzlerine? Duyduk ki yere çalmış yaşmaklarını ninelerimiz ve dahî haklarını helâl etmeyeceklermiş tepelerde yaşlı gözlerle yâr yolunu gözleyen kızlarına... Toprak da susmuş, yağmur da... Ülkemiz susmuş, düşmanlarımız gülmüş...

Yerlilere çığlık

Yalçın bir dağın tepesinden gökyüzüne doğru kesif bir duman yükselmeye başladığında, rüzgâr dumanları yanına alarak yavaş yavaş esmeye, bulutlar ise duman parçalarını kucaklayarak ötelere taşımaya başladı. Bu sırada beyazların eline esir düşmüş ve elleri arkalarından bağlanmış savaşçılar arasında bir kıpırdanma meydana geldi, uğultular yükseldi. Hepsi de gözlerini gökyüzüne çevirmişti; derken duman parçalarını alelacele izleyen bir savaşçının ağzından şu sözcükler döküldü: "Anlamadınız mı hâlâ niçin yenildiniz düşmanlarınıza?! Hainler çıktı içinizden... Düşmanları sevindirir sözler mırıldandılar ve böylece sıdkı terk, ihaneti tercih ettiler. Daha önce erkekleriniz savaşırken onları sinsice arkalarından hançerlemişlerdi; geride savaşan bir tek kadınlarınız kalmıştı onları da şimdi alenen kendi elleriyle düşmana teslim ediyorlar."